İçeriğe geç

Yeni kitap: Ekolojik Anayasa (Konferans sunumları)

by 28/11/2011

15 Mayıs 2011 tarihinde Cezayir Toplantı Salonu’nda yapılan ve daha önce haberini aktarmış olduğum Ekolojik Anayasa Konferansı’nda yapılan sunumlar kitap oldu. Editörlüğünü Yeşiller Partisi MYK üyesi Mahmut Boynudelik’in yaptığı ve Yeni İnsan Yayınevi tarafından basılan kitapta, Konferans katılımcılarından Yüksel Selek, Ömer Madra, Burcu Akyüz, Ayşe Bilge Dicleli, Ayşen Candaş, Yücel Sayman, Mehmet Horuş, Ayhan Bilgen, Yakup Okumuşoğlu, Levent Korkut ve bendenizin sunumlarını bulabilirsiniz. 

Yeni Anayasa yazım sürecinin başladığı ve tartışmaların alevlendiği bugünlerde bu eserin tartışmalara büyük katkı sağlayacağını ve kaliteyi yükselteceğini düşünüyorum. Bu nedenle eli-yüzü düzgün ve ne dediğini bilen bu çalışmada emeği geçen herkese içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Konferans’ta yaptığım sunumu, artık kitabın basılmış olması nedeniyle, aşağıda paylaşıyorum. Ancak hem diğer sunumları da okuyabilmek, hem de ekolojik dengenin bozulmaması ve doğa ananın hakları için gece-gündüz çalışan kişilerin emeğine saygı göstermek adına kitabı satın almanızı rica ediyorum.

İyi okumalar.

Serkan Köybaşı: Son konuşmacı olmanın bütün avantajını kullanacağım. Zaten ister istemez kullanacağım, çünkü gerçekten söylemek istediğim neredeyse her şey söylendi. Ben ikinci oturumdan itibaren toplantıya katılabildim çünkü sansürsüz internet eylemindeydim. Aklı orada olanlar için söyleyebilirim, çok şahane bir eylemdi. İkinci oturumdan itibaren dinlediğim konuşmalar gerçekten söylemek istediğim şeylerdi. Sayın Yücel Sayman, Mehmet Horuş, Yakup Okumuşoğlu’nun söylediği her şeye katılıyorum. En son, hocamız Levent Korkut’un söylediği her şeye de katılıyorum. Bu açıdan çok büyük bir avantajım var. Ben, nasılsa söylendi diye,  bütün bu söylenenleri tekrar etmeyeceğim, avantajım o. Ama farklı bir şekilde düşündüğümü de ifade edeceğim. Çünkü, şu ana kadar yapılan sunumların ardından, ortaya hayal kırıklığı yaratacak bir sonuç çıkıyor: “Ekolojik anayasa diye bir şey yoktur, olamaz”. Ve “bu bir oksimorondur”. O zaman, haydi dağılalım. Halbuki dağılmamamız lazım. Neden? İşte ben onu eklemek istiyorum. Yorulduğunuzu biliyorum ama çok kısa bir teorik giriş yapmak durumundayım.

Aslında ekolojizm sadece doğayla ilgili bir akım değil. Ekolojizm, kapitalizm veya komünizm gibi bütünlüklü bir ideoloji. Dolayısıyla, evet, doğanın anayasanın içine bir hak öznesi olarak sokulması sorunlu olabilir. Çünkü Ergun Özbudun ne diyor? “Doğa hakkını talep edemiyor. Hakkını talep edemeyen bir şeyin hak öznesi olması mümkün değildir.” Veya diğer önde gelen anayasa hukukçuları ne diyor? “Hakkı ihlal edildiği zaman dava açamayacak. Hakkını arayamayacak. O zaman hak öznesi olamaz.” Şimdi bunlar, günümüz hukuk düzeninde çok yanlış değil gerçekten. Ama ekolojik anayasanın sadece doğayla ilgili bir bağlantısı olmayacak. Ekolojizmin ekonomi politikası var aynı zamanda. Onlar anayasaya girebilir. Aynı zamanda bir cinsiyet politikası var. Aynı zamanda yerel yönetim politikası var. Aynı zamanda bir enerji politikası var. Bunların her birinin anayasaya girmesinin önünde hiç bir engel yok. Çünkü şu anki anayasa kapitalist bir devletin anayasasıysa (örneğin ona göre özel mülkiyet düzenlenmiş vs.), aynı şekilde bir ekolojik anayasaya dönüşebilir.

Ama gerçekten doğanın hak öznesi olmasıyla ilgili hükümler sorunlu. Yani kabul etmemiz lazım ki biraz önce söylenen bütün çekinceler doğru bence de, neden? Şundan: Yüzyıllar öncesine gittiğimiz zaman Descartes ne diyordu, “insan doğanın sahibi ve efendisi gibidir”. Neden “gibidir”? Çünkü doğanın sahibi ve efendisi aslında Tanrı’dır. İnsan da Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak onun sahibi gibidir. Ama daha sonra aydınlanma oldu, Rönesans oldu ve işte toplumsal bir sekülarizasyon yaşandı ve Tanrısal egemenlikten, insanlığın egemenliğine geçildi. Ve bu sefer biz, gerçekten  doğanın sahibi ve efendisi haline geldik.

Ama tabi bu sorunlu bir bakış açısı. En sonunda bize yönelik bir olumsuzluğu barındırıyor. Çünkü doğaya zarar verdiğiniz zaman aslında kendinize de zarar vermiş oluyorsunuz. Londra’da sanayi devriminden sonra yaşanan hava kirliliğinden binlerce insan öldü. Ve bunların da etkisiyle yeni düşünce akımları ortaya çıktı. Ve hayvanlar öncelikli olmak üzere doğaya, insanlar tarafından sanki hakları varmış gibi davranılmaya başlandı. Neden? Çünkü insanlar olarak şahaneyiz, biz üstün türüz, üstün cinsiz dünya üzerinde ve onları da korumamız lazım. Neden? Çünkü sonunda zararı bize dokunuyor. Ve onlara o hakları biz bahşediyoruz.

Diğer bir açıdan, ceza hukuku açısından baktığımız zaman, mesela bir hayvana hakkını veriyoruz ve “o hayvanın yaşamaya hakkı var” diyoruz. Bunu nasıl koruyacağız? İnsanı cezalandırarak. Yani o hayvana zarar veren insanı cezalandırarak. Ceza hukuku açısından baktığımız zaman, hayvan hakkı dediğimiz şey tamamıyla yine insanlara yönelik bir olgu demek ki. İnsanı cezalandırıyoruz, insanla ilgili bir yaptırımı var.

Ceza hukukuna eleştirel gözle baktığımız zaman aslında ceza hukuku, insanların arasındaki ilişkileri düzenleyerek toplumu şekillendiren hukuktur. “Şunu yapabilirsin, bunu yapamazsın, yaparsan cezalandırılırsın.” Bu “insanlar arası bakış açısı” yetmiyor günümüzde. En azından derin ekolojistler olarak, bu toplantıda olanlar olarak, bizlere yetmiyor. Ceza hukukuna insan-doğa arası ilişkileri de eklemek gerekiyor. İşte bu sorunu derin ekoloji, ekolojik anayasa kavramıyla ekolojizmle aşmaya çalışıyor. Ama önümüzde yüzyıllardan beri gelen bilincin engeli var. Biz bu düşünceyi aşamadığımız sürece ekolojik anayasa gerçekten bir oksimoron, yani yan yana gelmemesi gereken iki kelime olmaya devam edecek.

Burada şunu kabul etmemiz lazım: Yüzyıllardan beri geldiğini söylediğimiz insan merkezli bir bakış açısı var ve buna bağlı bir modern devlet kavramı var. Modern devletin çerçevelendirilmesi gerektiği için daha sonra anayasa kavramı ortaya çıkıyor. Çünkü iktidarın sınırlanması gerekiyor modern devletin de belli bir aşamasında. Modern devletin bir ürünü olarak anayasalar insanla insanın çatışmasını düzenlemek amacıyla ortaya çıkıp günümüze kadar geliyor. Ama anayasa gündemimize aslında 1950’lerde giriyor. Çünkü II. Dünya Savaşı’ndan sonra anayasa mahkemesi denen bir kavram ortaya çıktı ve bu organ anayasayı korumaya başladı. O yüzden bizim için anayasa şu an çok önemli. Ama aslında sadece 50 yıllık bir geçmişi olan bir kavram.

Derslerde nasıl anlatıyoruz biz anayasayı? Anayasa dediğimiz şey genel olarak iki şeyi barındırır, bir tarafta devletin yapısı ve organları, iktidarın el değiştirmesi; diğer tarafta da devlete karşı insanların, bireylerin, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri. Burada doğa yok; bir yerde devlet var, bir yerde de insanlar var. İnsanın insanla çatışması, yani iktidarla çatışması. Vatandaşlar, anayasayı kullanarak iktidarı sınırlıyor; iktidarın sınırlandığı o alanda da temel hak ve özgürlüklerini kullanıyorlar. Bunun hiç bir yerinde doğa yok. Çünkü doğadan kopuşumuzu simgeleyen modern devletle ilgili bir kavram anayasa. Onu sınırlıyor. Yani insanın kendi ürünü olan devlete karşı yarattığı bir yan ürün. Biz şimdi bu ürüne doğayı sokmaya çalışıyoruz. Halbuki ürünün kendisi bizi doğadan koparan, bizi doğaya yabancılaştıran bir ürün. Bu büyük bir çelişki gibi gözüküyor.

Bir başka deyişle, doğaya yabancılaşmamızın simgelerinden biri olan modern devletin anayasasına doğanın haklarını koymaya çalışmak gerçekten birbiriyle bağdaşmıyor. O nedenle, buraya gelen bütün hukukçuların ekolojik anayasa kavramına çekinceyle yaklaşması çok doğru; haklılar.

Bu andan itibaren kendi düşüncelerimi ve şu ana kadar dinlemediğiniz fikirleri paylaşmaya çalışacağım. Buraya çıkan bütün hukukçular, ki yaş itibariyle daha az maruz kalmış olsam da buna kısmen ben de dahilim, günümüz hukuk düzeninin hukukçuları. Yani bize “devlet budur” dendi; “anayasa budur” dendi ve “işte anayasada olması gereken düzenlemeler bunlardır” dendi. Ve bunların arasında doğa yoktu. O yüzden biz de şimdi diyoruz ki doğa, bir özne olarak anayasada olamaz. Çünkü anayasa insanın insanla olan ilişkisini düzenler vs. Şimdi o yüzden bizim, öncelikle, ekolojik anayasanın teorik alt yapısını kurmamız lazım. Yani ekolojik anayasa olabilir mi, olamaz mı diye sorgulamamız lazım. Nasıl Descartes insana üstünlük verirken yeni bir düşünce ürettiyse ya da mesela, anayasanın kökenine inecek olursak, John Locke ve Thomas Hobbes toplumsal sözleşme diye bir faraziye ürettiyse, bizim de buna benzer bir süreç yaratmamız lazım. İki düşünürün faraziyesi olarak ortaya çıkan toplumsal sözleşme kavramını Jean Jacques Rouseau ele alıp ona teorik temel yarattı. Daha sonra bu evrildi. Normlar hiyerarşisini kuran Hans Kelsen ona anayasa mahkemesine ekledi ve günümüzdeki düzen oluştu.

Bizim şimdi, bu düşünürlerin bıraktığı yerden yeni bir teori üretmemiz lazım. “Bu anayasa dediğiniz kavram eskiden böyleydi ama artık böyle” dememiz lazım. Burada önümüze şu engeller çıkıyor: Yüzyıllardan beri gelen birikim ve düşünce yapısını koruyarak, evet, gerçekten de vatandaşlığı ekolojik anayasaya sokamayız. Ya da egemenlik kavramını ele alalım. Örneğin egemenlik doğada var olmayan bir şeydir. Tamamen düşünce ürünüdür egemenlik. Kimin neden egemen olduğunu anayasaya yazarsınız, egemen ve egemenlik oluşur. Ama şimdi ekolojik anayasada bunu kullanamayabiliriz gerçekten; çok doğru çekinceleri var hukukçuların. Demek ki iki tane seçeneğimiz var: Ya egemenliğin içini boşaltıp yeniden dolduracağız ya da egemenlik kavramını olduğu gibi yok edeceğiz. Aslında vatandaşlık da olmayan bir şeydir. Çünkü aslında devlet diye bir şey yoktur. Devlet dediğimiz şey de bir insan tasarımıdır. Demek ki ya vatandaşlığın içini boşaltıp ekolojik bakış açısıyla yeniden dolduracağız ya da “vatandaşlık denen bir şey artık yoktur” diyeceğiz. Ve ekolojizmin kendi kurallarını onun yerine ihdas edeceğiz. Yoksa ne olur? Yeni düzeni kuramayız.

Beğenmediğimiz 1982 Anayasası’nın çevrenin korunmasıyla ilgili 56. maddesi var. Ve diğer Avrupa ülkelerinden çok önce bir tarihte girmiş anayasaya. Ama Türkiye’deki ekolojik yıkımı görüyorsunuz. Veya Ekvador, biraz önce örnek verildi. Biz ekolojizmi savunanlar Ekvador Anayasası’nı bir köşe taşı olarak görüyoruz. “Tarih değişti” diyoruz. Halbuki dinledik, Ekvador’da bir şey değişmemiş. Orada hâlâ kadınlar şiddet görüyor, eşcinseller yakılıyor, vs. Yani ekolojik anayasanın teorik alt yapısını oluşturmadan bazı güzel maddeleri anayasaya koymak bize bir şey getirmeyecek. Doğanın haklarını tanımak, ama bahşeder gibi tanımak hiç bir şeyi değiştirmeyecek. Çünkü yine biz bahşediyoruz, yine insan merkezciyiz. Doğaya onları biz verdik; doğa anayı teorik olarak yine biz yarattık. Ona haklarını biz bahşettik. Yine biz yapacağız, yine insan merkezli olacak. Bu anayasa bilincini / anayasa algısını değiştirmediğimiz sürece anayasayı biz yazmaya devam edeceğiz. Bu da demektir ki, ister istemez yine insan merkezli olacak.

Peki ne yapmamız lazım? Bütün bilinci değiştirmemiz lazım. O yüzden biraz önce Ümit Şahin söyledi, bu konferans bir sürecin sonuymuş gibi geliyor. Aslında Türkiye’deki ve dünyadaki çok çok yeni başlayan bir mücadelenin ilk adımları. Yine biraz önce söylendi, vicdani ret gibi, ya da nükleer karşıtlığı gibi, ya da diğer haklar gibi yüzyıllar boyunca savunacağımız, belki zaman zaman yavaş ilerleyebileceğimiz bir alan olacak. Çünkü biz yerleşik bilinci değiştirmeye çalışacağız; bütün yapıyı değiştirmeye çalışacağız. Nasıl 1500’lerde kurulan modern devlet dediğimiz şey hâlâ gelişmekte diye düşünülüyorsa, bizim de belki bu devletin bu halini yıkmak için veya anayasa kavramını dönüştürmek için bir 500 sene çalışmamız gerekecek. Ama bunun için bir başlangıç noktasına ihtiyacımız var; bir yerden başlamak lazım. Aynı zamanda ne yapmaya da başlamak lazım? Aynı zamanda bunun teorisini oluşturmaya da başlamak lazım. Belki, mesela “vatandaşlığı kaldırmamız mümkün değil” diyenlerin yazamayacağı bir alan ekolojik anayasa, ya da ekolojizm, ekolojik kurallar. Belki ona anayasa dememek de lazım ilerde. Belki bir anayasayla değil de sadece belli ekolojik kurallarla yaşayacağız. Bu kuralları “vatandaşlık olmazsa olmaz” diyenlerin yazmasını beklememek lazım. Demek ki yeni birilerinin yazması lazım, belki o yüzden de yeni neslin, yeni anayasa hukukçularının teorik temeli hazırlaması lazım. Belki benim doçentlik tezimi ekolojik anayasa üzerine yazmam lazım ya da ekolojik anayasal düzen gibi şeylerde teori üretmemiz lazım. Bunu aynı zamanda dünyadaki herkesin, bütün hukukçuların, yani bu konu üzerinde kafa yoran herkesin üretmesi lazım.

Dediğim gibi bence bu çok uzun bir süreç. Amacımız kısa vadeli çözümlerle değil bütün toplumsal bilincin, yaşayış tarzının değiştirilmesiyle varılabilecek yeni bir düzen olmalı. Bu açıdan, biraz Yakup Okumuşoğlu’nun düşüncesine yakın şekilde, insana düşman değil belki ama devlete düşman bir yapıya dönüşmemiz lazım. Bu da zaten anayasanın ortadan kalkması demek.

Sonuç olarak, “en ekolojik anayasa, olmayan anayasadır” da demek istemiyorum tabii ama belki buna varılacak. Bir anayasayla değil ama belli ekolojik toplumsal kurallarla yaşayacağımız bir düzen oluşacak. Bunun  için  öncelikle çok köklü yapıları ve kavramları ya yok etmemiz lazım ya da tamamen baştan tasarlamamız. Teşekkür ediyorum.

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: