İçeriğe geç

İHAM’ın Alparslan Altan kararının çevirisi: “AYM hakiminin darbe girişiminden sonra suçüstü hali ve tutuklandığı anda somut delil olmadan tutuklanmasında makul şüphe yoktur, tutuklama kararı hukuka aykırıdır.”

by 20/04/2019

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM), 16 Nisan 2019 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nin hakkında ‘sosyal çevre bilgisi’ olduğu gerekçesiyle mesleğinden ihraç ettiği Anayasa Mahkemesi eski başkanvekili ve hakimi Alparslan Altan’ın 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişiminin ardından gözaltına alınıp 20 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ/PDY örgütü üyeliğinden tutuklanmasıyla ilgili başvuruda başvurucu Altan’ın özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

Söz konusu kararda Mahkeme, başvurucu hakkında örgüt üyesi olma suçuna dayanak olarak gösterilen dört temel delilin (iki gizli tanık ifadesi, FETÖ üyesi olduğu iddia edilen Anayasa Mahkemesi eski raportörü olan bir kişinin ifadeleri, Bylock aracılığıyla yapılan mesajlaşmalar ve diğer faktörler) başvurucunun tutuklandığı 20 Temmuz 2016 tarihinden uzun bir zaman sonra elde edildiğini, yani, başvurucu hakkında verilen tutuklama kararı anında başvurucunun kendisine isnat edilen suçlamayı destekleyecek bir delil olmadığına, başta başvurucunun tutuklanmasına karar veren Ankara Sulh Ceza Hakimliği ile başvurucunun başvurusunu reddeden Anayasa Mahkemesi’nin bu konuyu hiç dikkate almadan, gerekçesiz bir şekilde karar verdiğini, bu nedenle makul şüphenin varlığından söz edilemeyeceğini vurguladı. 

Mahkeme ayrıca, Anayasa Mahkemesi gibi üst düzey bir mahkemenin üyesi olan başvurucunun Anayasa ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi Kanunu’nda tanınan güvencelere ve dokunulmazlıklara aykırı olarak ve yine Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 2. maddesinde düzenlenen ‘suçüstü hali’ne aykırı olarak gözaltına alınıp tutuklandığına, bu nedenle Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası uyarınca özgürlüğünden mahrum bırakılma tedbirinin hukuka aykırı olduğuna ve OHAL tedbiri denilerek haklılaştırılamayacağına karar verdi. 

İngilizce ve Fransızca yazılan bu önemli kararı, avukat Ramazan Demir ile birlikte, neredeyse bire bir şekilde çevirdik. Aşağıdan okuyabilirsiniz. 

Alparslan Altan v. Türkiye, Başvuru no. 12778/17, Karar tarihi: 16.04.2019, Karar

Olaylar

Anayasa Mahkemesi eski üyesi olan başvurucu Alparslan Altan, 1968 doğumludur ve Ankara’da yaşamaktadır. Başvurucu halen tutukludur.

Başvurucu, 1993 yılında savcı olarak başladığı kariyerine 2001 yılında raportör olarak atandığı Anayasa Mahkemesi’nde devam etmiş, 27 Mart 2010 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesi hakimliğine atanmış ve 26 Ekim 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili olarak seçilmiştir. Başvurucu, olayların yaşandığı tarihte Anayasa Mahkemesi’nde hakimdir.

15 Temmuz 2016 tarihinde darbe girişimi yaşanmış, 20 Temmuz 2016 tarihinde olağanüstü hal (OHAL) ilan edilmiş, 21 Temmuz 2016 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne Sözleşme’nin 15. maddesi altında derogasyon bildirimi yapılmıştır. Darbe girişimi sonrasında aralarında başvurucunun da olduğu iki Anayasa Mahkemesi üyesinin, 160’tan fazla Yargıtay ve Danıştay hakiminin de olduğu 3.000 hakim ve savcı gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. 18 Temmuz 2018 tarihinde OHAL kaldırılmıştır.

16 Temmuz 2016 tarihinde Ankara cumhuriyet başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında başvurucu gözaltına alınmış ve FETÖ/PDY terör örgütünün üyesi olduğu iddiasıyla tutuklanması talep edilmiştir. Aynı gün başvurucunun evinde arama yaplmış, bilgisayarına ve diğer teknolojik aletlerine el konulmuştur.

19 Temmuz 2016 tarihinde savcılık tarafından ifadesi alınan başvurucu, anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs etmek ve örgüt üyesi olmakla suçlanmıştır. Avukat desteği altında ifade veren başvurucu, ifadesi sırasında hakkındaki iddiaları reddetmiş ve Anayasa Mahkemesi’nde yazdığı kararlardaki muhalefet şerhleri nedeniyle bu iddiaların ortaya atıldığını ileri sürmüştür. Başvurucunun avukatı, başvurucunun Anayasa Mahkemesi’nin izni olmadan ve suçüstü hali dışında gözaltına alınamayacağını söyleyerek başvurucunun serbest bırakılmasını istemiştir.

Aynı gün savcılık, altı Danıştay ve altı Yargıtay hakimiyle birlikte, bazı FETÖ/PDY üyelerinin yurtdışına kaçması nedeniyle başvurucunun tutuklanması talebiyle Ankara 2. Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edilmesine karar vermiştir.

20 Temmuz 2016 tarihinde başvurucu, avukatı ve diğer 13 şüpheliyle birlikte, sulh ceza hakiminin karşısına çıkmıştır. Sorgu sırasında başvurucuya TCK’nin 309. ve 314. maddelerinde düzenlenen suçlardan şüpheli oldukları söylenmiş, şüphelilerin ifadeleri SEGBİS aracılığıyla kaydedilmiştir. SEGBİS çözüm tutanaklarına göre başvurucu, Anayasa Mahkemesi’ndeki kariyerini anlatmış ve bütün suçlamaları reddetmiştir. Başvurucunun avukatı, suçüstü hali olmadığını ve Anayasa Mahkemesi tarafından başlatılan bir soruşturma olmadığını söyleyerek, delil yokluğunda verilecek tutuklama kararının hukuka aykırı olacağını belirtmiş, alternatif tedbirlerin uygulanmasını istemiştir.

Başvurucu ve diğer 13 şüpheli, aynı gün, CMK’nin 100. maddesinde belirtilen gerekçelerle tutuklanmıştır. Başvurucu, tutuklama kararını meşrulaştıracak somut bir delil olmadığı, tutuklama tedbirinin hukuka uygun olmadığı gerekçesiyle karara itiraz etmiş, kendisinin yardımına ihtiyaç duyan engelli bir oğlu olduğu için alternatif tedbirler uygulanmasını istemiştir.

4 Ağustos 2016 tarihinde Anayasa Mahkemesi, 667 sayılı OHAL Kanun Hükmünde Kararnamesi’nin (KHK) 3. maddesi uyarınca ‘sosyal çevre bilgisi’ ve ‘zaman içinde oluşan ortak kanaatler’ diyerek başvurucunun söz konusu terör örgütüyle olan bağları nedeniyle artık hakimlik yapmaya uygun olmadığını belirterek başvurucuyu mesleğinden ihraç etmiştir.

9 Ağustos 2016 tarihinde Ankara 3. Sulh Ceza Hakimliği, başvurucunun tutuk itirazını reddetmiştir. 26 Eylül 2016 tarihinde başvurucu, suçüstü hal olmadığını, darbe girişiminde yer almadığını söyleyerek tahliye talebinde bulunmuş, aynı gerekçelerle adli kontrol hükümlerinin uygulanmasını talep etmiştir. Başvurucu daha sonra da birçok kez tahliyesini talep etmiş ancak talepleri reddedilmiştir.

25 Ekim 2017 tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, başvurucu hakkında fezleke hazırlamıştır. Fezlekeye göre FETÖ/PDY örgütü 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimin azmettiricisidir ve bu örgütün emir ve talimatlarıyla hareket ettiği ya da bu yapılanmaya üye olduğu düşünülen hakimler hakkında soruşturma başlatılmıştır. Savcılık ofisine göre, darbe riski tam anlamıyla ortadan kalkmamıştır ve bir suçüstü hali söz konusudur, bu nedenle 16 Temmuz 2016 tarihinde başvurucu hakkında olağan yasal düzenlemeler uyarınca soruşturma başlatılmıştır. Fezlekeye göre, gizli tanıkların ve şüphelilerin açıklamaları, diğer kişiler arasında BY-LOCK isimli mesajlaşma programında yapılan mesajlaşmaların içeriği ve cep telefonu sinyalleri başvurucunun silahlı örgüt üyesi olma suçunu işlediğini göstermektedir.

Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru (Anayasa Mahkemesi kararını buradan okuyabilirsiniz)

7 Eylül 2016 tarihinde başvurucu, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucu, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi Kanunu’na ve İç Tüzük’e aykırı şekilde keyfi olarak gözaltına alınıp tutuklandığını, tutuklanmasını gerektirecek belirli bir delil olmadığını, yerel mahkemelerin tutuklanması için yeterli gerekçeleri sunmadığını, Anayasa’da öngörülmeyen amaçlarla ve nedenlerle gözaltına alınıp tutuklandığını iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca, tutuklanmasına karar veren sulh ceza hakiminin tarafsız ve bağımsız olmadığını, tutukluluk koşullarının insanlıkdışı ve aşağılayıcı muamele yasağına aykırı olduğunu, meslekten ihraç edilmesi ve diğer tedbirlerin adil yargılanması hakkı, özel hayata saygı hakkı, ifade özgürlüğü ve ayrımcılık yasağı ihlali olduğunu da ileri sürmüştür.

11 Ocak 2018 tarihinde Anayasa Mahkemesi, oy birliği ile, başvurucunun şikayetlerini açıkça dayanaktan yoksun bulmuştur. Kararında öncelikle FETÖ/PDY örgütünü ve yargı içindeki yapılanmasını anlatan Anayasa Mahkemesi daha sonra savcılık tarafından toplanan delilleri ve başvurucunun tutukluluğunun hukuka uygun olup olmadığını ve makul şüpheye dayanıp dayanmadığını incelemiştir.

Anayasa Mahkemesi kararında 4 Ağustos 2016 ve 6 Ekim 2016 tarihinde gizli tanık Defne’nin ve 27 Aralık 2016 tarihinde gizli tanık Kitapçı’nın ifadelerine; 9 Eylül 2016 tarihlinde FETÖ/PDY üyeliğiyle suçlanan Anayasa Mahkemesi raportörü R.Ü.’nün –daha sonra başvurucuyla hiç tanışmadıklarını ama örgüt üyesi olduğuna kanaat getirdiğini söylediği, kod adının Selahattin olduğunu söylediği- ifadelerine; başvurucunun Bylock kullanıcısı olduğunu gösteren bir delil olmamakla birlikte, şüpheliler Ö.İ., S.E. ve B.Y. tarafından Bylock aracılığıyla yapılan mesajlaşmalarda başvurucuya ‘Selahattin’ kod adıyla verilen referanslara ve diğer etmenlere dayanmıştır.

Anayasa Mahkemesi, başvurucunun tutukluluğunun hukuka uygun olup olmadığını incelerken Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin olağanüstü dönemlerde sınırlandırılmasına ilişkin 15. maddesini dikkate almıştır. TCK’nin 314. maddesinde düzenlenen örgüt üyeliği suçuyla ilgili kararın 123-138. paragrafları arasında değerlendirmede bulunmuş,  bu itibarla başvurucu yönünden suç şüphesinin varlığını doğrulayan belirtilerin dosya kapsamında bulunduğuna karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesi’ne göre, darbe girişiminde yer alan kişilerin ve doğrudan katılmasalar bile FETÖ/PDY örgütünün üyesi olan kişilerin, bu darbe girişimini azmettirdikleri düşünüldüğünde, kaçma, delilleri karartma ya da darbe girişimi sırasında ya da sonrasında meydana gelen kargaşadan yararlanma riskleri bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesi, Mahkeme üyesi olan başvurucunun diğer kişilere göre delillere daha kolay müdahale edebilir bir pozisyonda olduğunun açık olduğunu düşünmektedir.

Başvurucu Anayasa Mahkemesi’ne iki başvuru daha yapmıştır. 3 Temmuz 2017 tarihli başvurusunda Sözleşme’nin 6., 8. ve 14. maddelerinin ihlal edildiğini; 26 Temmuz 2018 tarihli başvurusunda ise tutukluluk süresinin makul süreyi aştığını iddia etmiştir. Her iki başvuru da hala Anayasa Mahkemesi önünde beklemektedir.

İddianame

15 Ocak 2018 tarihinde başvurucu hakkında TCK’nin 314. maddesinde düzenlenen örgüt üyesi olma suçundan iddianame düzenlenmiştir. Örgütü ve yargı içerisindeki yapılanmasını tarif ettikten sonra, başvurucu aleyhine delillere yer verilmiştir: iki gizli tanığın ifadeleri, FETÖ/PDY üyesi olmakla suçlanan Anayasa Mahkemesi eski raportörünün ifadesi, Bylock aracılığıyla yapılan mesajlaşmalar ve diğer deliller.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 6 Mart 2019 tarihli kararıyla başvurucuya 11 yıl 3 ay hapis cezası verilmiştir.

Kabul Edilebilirlik

Başvurucunun Yakalanıp Gözaltına Alınmasına İlişkin Şikayetler

Hükümet, başvurucunun iç hukuk yollarını tüketmediği gerekçesiyle iki itiraz öne sürmüştür. Bunlardan ilki, CMK’nin 91. maddesi uyarınca yapılacak itiraz, ikincisi ise CMK’nin 141. maddesi uyarınca açılacak tazminat davasıdır. Başvurucu, serbest kalmasını sağlamayacağı için tazminat yoluna gitmenin başarı şansı sunmayacağını belirterek Hükümet’in argümanına karşı çıkmıştır.

Yakalama ve gözaltının hukukiliğine ilişkin şikayetler yönünden Mahkeme, Türkiye hukuk sisteminin CMK’nin 91. maddesi ve 141. maddesi uyarınca iki yol öngördüğünü gözlemlemektedir. (bkz. Mustafa Avci v. Türkiye, no. 39322/12, § 63, 23 Mayıs 2017)

Mahkeme, bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi’nin başvurucunun yakalama ve gözaltına alınmasıyla ilgili şikayetlerini iç hukuk yollarını tüketmediği gerekçesiyle reddettiğini kaydetmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili kararı ışığında Mahkeme, başvurucunun ulusal yasal sistemin zorunlu kıldığı yollardan en az birini (CMK 91 ya da CMK 141) tüketmiş olması gerektiğini ancak başvurucunun bu yolları tüketmediğini belirterek ilgili şikayetleri Sözleşme’nin 35. maddesinin 1. ve 4. fıkraları uyarınca iç hukuk yolları tüketilmediğinden kabul edilemez bulmuştur.

Başvurucunun Tutukluluğuna İlişkin Şikayetler

Hükümet, başvurucunun tutukluluğuna ilişkin olarak da CMK’nin 141. maddesinin tüketilmediğini, başvurucunun 7 Eylül 2016 tarihli Anayasa Mahkemesi başvurusunda Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiğini ileri sürmediğini, başvurucunun bu konuda 26 Temmuz 2018 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne ayrı bir başvuruda bulunduğunu, bu başvurunun da hala Anayasa Mahkemesi önünde olduğunu söyleyerek şikayetin iç hukuk yolları tüketilmediğinden kabul edilemez bulunması gerektiğini iddia etmiştir.

Mahkeme, CMK’nin 141. maddesinin başvurucu için tahliye olma şansı sunmadığı için özgürlüğünden alıkonulmasına karşı etkili bir yol olmadığını söyleyerek Hükümet’in bu yöndeki itirazını reddetmiştir.

Son olarak Mahkeme, Hükümet’in Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrasıyla ilgili şikayetin iç hukuk yolları tüketilmediği için kabul edilemez bulunması gerektiği yönündeki argümanını kabul etmemiştir. Mahkeme öncelikle, önündeki başvurunun tutukluluğun makul süreyi aşmasıyla ilgili olmadığını dikkate almaktadır. İkincisi, Anayasa Mahkemesi’ne 26 Temmuz 2018 tarihinde uzun tutuklulukla ilgili yapılan başvurunun da Mahkeme önündeki başvuru ile alakası yoktur. Fakat başvurucu, başvuru formunda tutukluluk kararının yetersiz gerekçeler içerdiğini ileri sürmüştür. Bu bağlamda, Buzadji v. Moldova [Büyük Daire, no. 23755/07, § 102, 5 Temmuz 2016] kararına değinmekte fayda vardır. Söz konusu kararda, ilk tutukluluk kararı verilirken ilgili ve yeterli gerekçe sunma yükümlülüğünden bahsedilmiştir. –yalnızca başvurucunun tutuklanmasına karar verilmesiyle ilgili- şikayet, Anayasa Mahkemesi önündeki başvurunun merkezi olmasına karşın, Anayasa Mahkemesi bu konuda gerekçe sunmamıştır. Mahkeme bu nedenle önitirazı reddetmiştir.

Mahkeme bu nedenlerle başvurucunun açıkça dayanaktan yoksun olmadığına ve kabul edilemez bulunması için başka bir sebep bulunmadığı için kabul edilebilir bulunmasına karar vermiştir.

Sözleşme’nin 5. Maddesinin 1. ve 3. Fıkralarının İhlal Edildiği İddiası

Başvurucu, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi Kanunu’na aykırı ve keyfi bir şekilde gözaltına alınıp tutuklandığını, makul şüpheyi gösteren spesifik bir delil olmadığını, yerel mahkemelerin yeterli gerekçeyi sunamadığını, bu nedenle Sözleşme’nin 5. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Hükümet, bu iddialara karşı çıkmıştır.

Başvurucunun Tutukluluğunun Hukukiliği

Başvurucu, Anayasa Mahkemesi’ndeki hakimlik görevi gereği ceza soruşturmalarında özel bir statüye sahip olduğunu, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi Kanunu’nun 16. bölümünde Anayasa Mahkemesi üyelerine yalnızca Anayasa Mahkemesi tarafından karar alınması halinde soruşturma başlatılabileceğini, suçüstü hali olması durumunda ağır ceza mahkemelerinin görevli olduğunu, suçüstü halinin Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 2. maddesinde açıkça listelendiğini ancak söz konusu davada böyle bir durum olmadığını belirtmiştir.

Hükümet, ilgili Avrupa Konseyi belgelerinin hakimlerin suç işledikleri şüphesiyle haklarında soruşturma başlatılmasını engellemediğini, suçüstü halinde görevli mahkemenin Ağır Ceza Mahkemeleri olduğunu, söz konusu davada da başvurucunun FETÖ/PDY üyesi olduğu şüphesiyle tutuklandığını, başvurucunun tutukluluğunun yasalarla ve Sözleşme’yle uyumlu olduğunu, başvurucunun tutukluluk kararının CMK’nin 100. maddesine dayandığını söylemiştir.

Mahkeme’nin Değerlendirmesi

İlgili prensipler

Mahkeme, yerleşik içtihatları itibarıyla bu alanda uygulanabilir olan ilkelere atıfta bulunmak ister.

Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası, ‘demokratik bir toplum’da öncelikli öneme sahip temel hak olan özgürlük ve güvenlik hakkını güvence altına almaktadır. (bkz. Merabishvili v. Gürcistan [BD], no. 72508/13, § 181, 28 Kasım 2017). 5. maddenin başlıca amacı özgürlükten keyfi ve haksız olarak mahrum bırakılmayı engellemektir. (bkz McKay v. the Birleşik Krallık [BD],no. 543/03, § 30, ECHR 2006-X). Daha genel olarak, 5. madde, 2, 3, ve 4. madde ile birlikte kişinin fiziksel güvenliğini koruyan birincil grup temel haklar arasında yer alması hasebiyle önemlidir. (bkz Buzadji, § 84).

Her insanın, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen şartlara göre korunan ve özgürlüğünden mahrum bırakılmamaya veya bırakılmaya devam edilmemesine hakkı bulunmaktadır. 5. maddenin 1. fıkrasında sayılan istisnalar detaylı olup (bkz Labita v. İtalya [BD], no. 26772/95, § 170, ECHR 2000-IV), kimsenin keyfi bir şekilde özgürlüğünden mahrum bırakılmamasını garanti altına almak için bu istisnaların özellikle dar bir şekilde yorumlanması düzenlemenin amacına uygun olacaktır. (bkz, Mehmet Hasan Altan, § 123)

Mahkeme’nin, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası bağlamındaki yerleşik içtihatlarına göre herhangi bir özgürlükten mahrum bırakılma hali yalnızca (a) ve (f) fıkralarında sayılan istisnalardan birine dayanmamalı ama aynı zamanda ‘yasal’ olmalıdır (bkz. Del Río Prada v. İspanya [BD], no. 42750/09, § 125, ECHR 2013). Bu nedenle tutukluluğun ‘yasallığı’ söz konusu olduğunda, ‘ yasa ile öngörülmüş bir usul’ün takip edilip edilmediği dahil olmak üzere, Sözleşme esas itibarıyla ulusal hukuka atıf yapar ve esas ve usul yükümlülüğüne uyma kuralına dayanır. Bu da öncelikli olarak, herhangi bir yakalama veya tutuklamanın iç hukukta yasal bir dayanağının olmasını şart koşar. Ancak iç hukuka uygunluk tek başına yeterli olmamakta, buna ek olarak 5. maddenin 1. fıkrası, özgürlüğünden mahrum bırakılan kişinin keyfilikten de korunması amacını şart koşmaktadır. Mahkeme, bu bağlamda, açıkça ifade edilen veya zımnen uygulanan genel prensipler, bilhassa yasal kesinlik (yasal belirlilik) olmak üzere, iç hukukun Sözleşme ile uyumlu olup olmadığını denetlemelidir. (bkz Mooren v. Almanya [BD], no. 11364/03, § 72, 9 Temmuz 2009)

Mahkeme birçok olayda, adaletin teminatı olarak, hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir devlette temel bir değer olan yargının toplumdaki özel rolünü ve görevlerini başaralı bir şekilde ifa edebilmeleri için kamu güveninden yararlanmaları gerektiğini vurgulamıştır. (bkz Baka v. Macaristan [BD], no. 20261/12, § 165, 23 Haziran 2016). Hakimlerin ifade özgürlüğü hakkı ile ilgili birçok davada ortaya konulmuş olan bu hassasiyet, yargı mensubu olan birinin özgürlük hakkını etkileyecek bir tedbirin uygulanması ile de aynı şekilde ilgilidir. Bilhassa, yargı mensuplarının görevlerini bağımsız bir şekilde yürütmelerinin güvence altına alınması için iç hukukun yasal koruma öngördüğü durumlarda bu tedbirlerin söz konusu düzenlemelere uygun olması zorunludur. Demokratik bir toplumda devlet organları arasında yargının tuttuğu seçkin yer ve kuvvetler ayrılığının artan önemi ile bağımsız yargının teminat almasının alınmasının önemi göz önüne alındığında (bkz. Ramos Nunes de Carvalho e Sá v. Portekiz [BD], nos. 55391/13 ve 2 diğer, § 196, 6 Kasım 2018), Mahkeme, yargı mensuplarına karşı tutuklama kararının uygulanması söz konusu olduğunda, Sözleşme bakımından onları korumada daha özenli davranmalıdır.

Özgürlükten mahrum bırakılma söz konusu olduğunda, yasal belirliliğin (legal certainty) genel kurallarının yerine getirilmiş olması bilhassa önemlidir. Bu nedenle, iç hukukta özgürlükten yoksun bırakılma ile ilgili şartların, açıkça tanımlanmış olması ve uygulanmasında öngörülebilir olması gerekmekte, Sözleşme’nin ‘yasallık’ standardına uygun olabilmesi için, bütün kanunların – gerekirse uygun öneri içerecek şekilde- kişiler tarafından öngörülmesini sağlaması gerekmektedir.

Yukarıda sayılan ilkelerin mevcut olaya uygulanması

Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası

Mahkeme, başvurucunun 16 Temmuz 2016 tarihinde yakalandığını ve aynı gün gözaltına alındığını gözlemler. Daha sonra 20 Temmuz 2016 tarihinde silahlı terör örgütüne üye olduğu şüphesi ile tutuklanmıştır. Devamında da, 6 Mart 2019 tarihinde bu suçlamadan ceza almıştır.

Başvuru konusu, başvurucunun ilk tutukluluğu olduğundan, cevap verilmesi gereken ilk soru, olay tarihinde Anayasa Mahkemesi hakimi olarak başvurucunun 16 Temmuz 2016 tarihinden sonra 20 Temmuz 2016 tarihindeki tutuklanmasında Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının öngördüğü şekilde “kanunla öngörülmüş olma usulüne” uyulup uyulmadığıdır. Başvurucunun 5. maddenin 1. fıkrasındaki amaca uygun olarak ‘kanuna uygun olarak’ tutuklanıp tutuklanmadığını tespit etmek için Mahkeme tutukluluğun Türk hukuka uygun olup olmadığını inceleyecektir.

Mahkeme, ilgili mevzuat uyarınca Anayasa Mahkemesi üyelerine sağlanan güvencelere rağmen başvurucunun tutukluluğunun CMK’nin 100. maddesine dayandığına ilişkin taraflar arasında bir anlaşmazlık olmadığını not eder. Tarafların argümanlarının ve iddialarının ayrıştığı nokta ise, başvurucunun tutukluluğunun – olay tarihinde Anayasa Mahkemesi üyesi görevinde ve özel bir konumda bulunması- adi hukuk düzenlemeleri uyarınca ‘kanun kalitesi’ gerekliliklerine uygun olup olmadığıdır. 

Mahkeme, başvurucunun bu konudaki argümanlarını Anayasa Mahkemesi önünde de ileri sürdüğünü, Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay’ın içtihadına dayanarak, söz konusu tedbirin ilgili mevzuat ve hukuk kurallarına dayanılarak karar verdiğini gözlemlemiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, Anayasa ve 6216 sayılı Kanun’dan kaynaklanan güvencelere rağmen, başvurucuya isnat edilen silahlı terör örgütü üyesi olma suçu yönünden suçüstü halinin bulunduğu yönünde soruşturma mercilerince yapılan değerlendirmelerin olgusal ve hukuki temelden yoksun ve keyfi olduğunun kabulü mümkün görülmemiştir.

Mahkeme, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 16 Temmuz 2016 tarihli talimatlarında anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs suçlaması da geçmesine rağmen, başvurucunun 15 Temmuz 2016 darbe girişimi suçlaması ile bağlantılı bir suç ile yakalanıp tutuklanmadığını gözlemler. Gerçekten de, bu suçlama, sonrasında başvurucuyu sorgulayıp tutuklayan hakimlik tarafından da dikkate alınmamıştır. Bu nedenle başvurucu, soruşturma makamları ve Türk mahkemeleri tarafından darbeye teşebbüs eden bir terör örgütü olarak kabul edilen FETÖ/PDY üyeliği şüphesi ile özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Anayasa Mahkemesi, bu durumların soruşturma makamlarına göre suçüstü halinin olgusal ve yasal dayanaklarını oluşturduğunu tespit etmiştir. Bu sonuca ulaşırken, Yargıtay’ın yakın tarihli içtihatlarına atıfta bulunmuştur. 

Bu noktada Mahkeme, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 10 Ekim 2017 tarihinde verdiği öncü kararında, silahlı terör örgütüne üyelik şüphesi ile yakalanan hakimler için suçüstü halinin olduğuna karar verdiğini not eder. Bu kararda, suç örgütüne üyelik suçlaması söz konusu ise, CMK’nin 100. maddesinde sayılan şartların varlığı yargı mensubu birinin tutukluluğu ve suçüstü halinde olduğunun kabulü için yeterli olduğuna karar verilmiştir. Yargıtay’ın temadi suçlara ilişkin yerleşik içtihatlarına dayanan suçüstü hali ile ilgili bu yeni hukuki yorum, başvurucu tutuklandıktan çok sonra geliştirilmiştir.

Bu bağlamda Mahkeme, sıklıkla karar verdiği üzere, iç hukuku yorumlama ve uygulamada birincil sorumluluğa sahip olan ulusal mahkemeler tarafından yapılmış maddi ve hukuki hataları incelemek için sınırlı bir yetkisi olduğunu gözlemler. Yorumlanmaları keyfi ya da açıkça mantıksız olmadığı sürece (bkz. Anheuser-Busch Inc. v. Portekiz [BD], no. 73049/01, § 86, ECHR 2007-I), Mahkeme’nin rolü, yorumlamanın etkilerinin Sözleşme’ye uygun olup olmadığını incelemekle sınırlıdır. (bkz. Waite and Kennedy v. Almanya [BD], no. 26083/94, § 54, ECHR 1999-I, ve Rohlena v. Çek Cumhuriyeti [BD], no. 59552/08, § 51, ECHR 2015). Mahkeme’nin bu nedenle, önündeki davalarda iç hukukun yorumlanma ve uygulama biçiminin Sözleşme ile tutarlı olup olmadığını teyit etmesi gerekmektedir. (bkz, Assanidzev. Gürcistan [BD], no. 71503/01, § 171, ECHR 2004-II).

Mahkeme bu konuda genel itibarıyla yasal belirlilik ilkesinin, yerel mahkemelerin, yasal düzenlemelerin açık lafzına aykırı olsa bile içtihatlarında istisnai durumları ortaya koymaları durumunda esnetilebileceğini vurgulamak ister. Bu bağlamda Mahkeme, CMK’nin 2. maddesinin suçüstü hali ile ilgili, işlenirken ya da işlendikten hemen sonra farkına varılan bir suç ile bağlantılı olma gibi geleneksel bir tanım sağladığını gözlemler. Ancak yukarıda sözü edilen Yargıtay içtihadına göre, devam eden herhangi bir suç fiiline ilişkin olgusal unsur ya da belirtiler olmasa dahi, -CMK’nin 100. maddesi bağlamında- bir suç örgütüne üyelik şüphesi olması tek başına bir durumu suçüstü halinin varlığını ortaya koymaya yeterlidir.

Mahkeme’nin görüşüne göre, suçüstü hali kavramının tespitine ilişkin bu geniş yorum, bu kavramın kapsamını bir suç örgütüne üyelik şüphesi taşıyan hakimlerin Türk hukuku tarafından, Anayasa Mahkemesi hakimi olarak görev yapan ve bu nedenle 6216 sayılı kanunun korumasında olan başvurucunun da içinde olduğu, yargı mensuplarına sağlanan yargısal korumadan mahrum bırakmaktadır. Mevcut davadaki şartların bir sonucu olarak, bu yorum, yetkililerin müdahalelerine karşı yargı mensuplarını korumak amacıyla sağlanan usulü güvenceleri boşa çıkarmaktadır.

Mahkeme, yargıçlara sağlanan bu tür yargısal korumaların kendi kişisel çıkarları için değil ancak bağımsız bir şekilde görevlerini ifa etmelerini sağlamak için olduğunu gözlemler. Hükümet’in de haklı olarak değindiği üzere bu tür bir koruma dokunulmazlık anlamına gelmemektedir. Genelde yargı sistemi özelde yargı mensuplarına sağlanan bu korumanın amacı, görevlerini yerine getirirken, yargısal sistem dışında bulunan makamlardan ve hatta denetleyici ve inceleme görevinde bulunan hakimlerden gelebilecek haksız kısıtlamalara maruz kalmamalarını temin etmektir. Bu bağlamda, Türk mevzuatının bir Anayasa Mahkemesi üyesinin tutuklanmasını yasaklamadığını not etmek önemli olmakla, Anayasa ve 6216 sayılı yasada teminat altına alınmış koruma usulleri olduğu gözlemlenmiştir. Gerçekten de bu kanunun 16 ve 17. bölümlerinde öngörülen usullere uygun olarak yargısal dokunulmazlık Anayasa Mahkemesi tarafından kaldırılabilir ve yargılama başlatılarak tutuklama gibi önleyici tedbirlere karar verilebilir.

Bununla beraber, Yargıtay’ın 10 Ekim 2017 tarihli kararı okunduğunda, Mahkeme, temadi suç kavramına ilişkin yerleşik içtihadının, CMK’nin 2. maddesinde düzenlenen ve mevcut bir suç fiiline ilişkin suçüstü hali kavramına doğru genişletilmesinin gerekçelendirilmediğini görmektedir. Yargıtay’ın önceki kararlarından görüldüğü kadarıyla, temadi suçların niteliğine ilişkin bu yaklaşımı geliştirme amacının ceza mahkemelerinin yargılama yetkilerini ve bu tür davalarda zamanaşımı kuralının uygulanmasının sağlanması olduğu görülmektedir.

Bu bilgiler ışığında Mahkeme, ulusal mahkemelerin suçüstü hali kavramının kapsamını bu şekilde genişletmeleri ve iç hukuktaki uygulamaları yalnızca yasal belirlilik anlamında sorun teşkil etmemekte ayrıca açıkça dayanaksız görünmektedir. Buna göre başvurucunun tutukluluğu için CMK’nin 100. maddesine dayanılması, onu Anayasa Mahkemesi üyelerine sağlanan usuli korumadan mahrum bırakmış ve Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasına göre gerekli olan yasa ile öngörülme şartı yerine getirilmemiştir.

Sözleşme’nin 15. maddesi

Mahkeme, 15. madde bağlamında derogasyonu dikkate aldığında, ulusal makamlara olağanüstü durumu bertaraf etmek için derogasyon kapsamında uygulanan tedbirlerin kapsam ve şekli ile ilgili geniş bir takdir yetkisi sunmaktadır. Bununla beraber Mahkeme, nihai olarak bu tedbirlerin ‘kesin olarak gerekli’ olup olmadığını denetler. Bilhassa, derogasyon kapsamında uygulanan tedbirlerin özgürlük hakkı gibi Sözleşme’nin temel haklarına halel getirmesi durumunda Mahkeme bunun acil duruma karşılık olduğu ve acil durumun özel şartlarına göre haklılaştırılmış, kötüye kullanmaya karşı gerekli usuli güvencelerin sağlanmış olduğu konusunda tatmin olması gerekir. (bkz A. Ve Diğerleri v. Birleşik Krallık [BD], no. 3455/05, § 184, ECHR 2009).

Mahkeme, öncelikli olarak mevcut başvurunun olağanüstü hal kapsamında Sözleşme’den derogasyon sonucu uygulanan tedbirleri tam olarak içermediğini ve daha ziyade başvurucunun 16 Temmuz 2016 tarihinde yakalanması sonrasında 20 Temmuz 2016 tarihinde tutuklanması ile ilgili olduğunu gözlemler. Olağanüstü hal sırasında Başkan tarafından yetkilendirilmiş Bakanlar Kurulu’nun, Anayasa’nın 121. maddesine göre 37 kanun hükmünde kararname geçirdiğini not etmek gerekir. Gerçekten de bu kararnameler, iç hukukta polis göz altısı ve tutukluluk için öngörülen usuli güvencelere önemli sınırlamalar getirmiştir. (örneğin kolluk gözaltı süresinin uzatılması, dava dosyalarına erişimin kısıtlanması, tutukluluğa itirazların değerlendirilmesi gibi). Ancak mevcut davada başvurucu önce gözaltına alınmış, ardından TCK’nin 314. maddesine göre cezalandırılabilir bir suç olan silahlı terör örgütüne üye olduğu şüphesiyle tutuklanmıştır. Bu davada uygulanabilir olan CMK’nin 100. maddesi ile Anayasa Mahkemesi hakimlerinin konumunu düzenleyen mevzuatın OHAL sırasında değiştirilmediğini özellikle not etmek gerekir. Buna mukabil, mevcut davada şikayet konusu tedbirler daha önce var olan mevzuata dayandırılmış olup OHAL ilanından sonra ve şuan dahi uygulanabilir durumdadır. 

Bu bağlamda Mahkeme, suçüstü hali kavramının bu şekilde geniş yorumlanmasının OHAL’e uygun bir cevap olarak kabul edilemeyeceğini dikkate almaktadır. Böyle bir yorum, herhangi bir şekilde OHAL’in gerekliliğine cevap olamayıp yalnızca yasal belirlilik ilkesi açısından sorun teşkil etmemekte, aynı zamanda,  yargı mensuplarının yetkili makamlardan gelebilecek haksız kısıtlamalara maruz kalmamalarını sağlayan usuli korumalara da açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Bununla beraber OHAL’in yasal çerçevesinin ötesine geçilmesinin kanuni sonuçları vardır. Bu durum herhangi bir şekilde OHAL koşulları ile haklılaştırılamaz.

Yukarıda sayılan durumlar dikkate alındığında, Mahkeme, başvurucunun ‘yasa ile öngörülmemiş bir usule göre verilmiş’ tutukluluk kararının durumun gereklerine uygun olarak verildiği söylenemez. (bkz, Mehmet Hasan Altan, § 140). Bu nedenle başvurucunun tutukluluğunun ‘hukuki’ olmaması nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası ihlal edilmiştir.

Başvurucunun Tutukluluğunun Makul Şüpheye Dayanmadığı İddiası

Başvurucu, isnat edilen suçu işlediğine dair objektif bir gözlemciyi ikna edebilecek bir bilgi ya da veri olmadığını, tutuklama kararı verildiğinde sulh ceza hakiminin ve soruşturma makamlarının tutuklama kararını meşru gösterecek bir delil sunamadığını, Anayasa Mahkemesi kararında gerekçe olarak dayanılan delillerin tutuklama kararı verildikten sonra ortaya çıktığını, yine de mevcut delillerin bu suçu işlediğine dair makul bir şüphe sunmaya yeterli olmadığını ileri sürmüştür.

Hükümet, FETÖ/PDY örgütünün devlet kurumları ve yargı sistemi üzerinde oldukça etkili bir örgüt olduğunu, başvurucu aleyhine de tutuklanmasını gerektiren somut deliller olduğunu söylemiştir.

Mahkeme’nin Değerlendirmesi

Temel ilkeler

Mahkeme, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendinin, bir kimsenin tutuklanmasına ancak suç işlediğine dair şüphelenilmesi için hakkında inandırıcı sebeplerin bulunması durumunda yetkili adli bir mercii önüne çıkarılması amacıyla başlatılmış bir ceza davası kapsamında izin verdiğini hatırlatmaktadır. Yakalamanın dayandırılması gereken şüphelerin ‘makullüğü’, daha önce anılan 5. maddenin 1. fıkrasının c bendi tarafından sunulan korumanın temel unsurunu teşkil etmektedir. (bkz. Mehmet Hasan Altan v. Türkiye, § 124)

İnandırıcı şüphelerin bulunması durumunda, bir kimsenin kendisine isnat edilen suçu işlemiş olabileceğine ilişkin olarak tarafsız bir gözlemciyi ikna etmeye hazır olgu veya bilgilerin bulunduğu önceden varsayılır. Bununla birlikte, şüphelerin inandırıcılığının geçerli sayılabilmesi, koşulların tamamına dayanmaktadır.

Mahkeme ayrıca, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendinin, soruşturma makamlarının, yakalama sırasında suçlamalarda bulunmak için yeterli delil topladığını önceden varsaymadığını hatırlatmaktadır. Bu bent bağlamında bir tutukluluk sırasında yürütülen soruşturmanın amacı, yakalamaya dayanak oluşturan somut şüphelerin onaylanmasıyla veya bertaraf edilmesiyle ceza soruşturmasının tamamlanmasıdır. Yine, şüphelerin doğmasına sebep olay olaylar, ceza soruşturmasının sonraki aşamasında devreye giren mahkumiyetin haklı gösterilmesi veya suçlama yapılması için gerekli şüphelerle aynı düzeyde olması gerekmemektedir. (bkz. Murray v. Birleşik Krallık, 28 Ekim 1994, § 55 ve Yüksel ve Diğerleri v. Türkiye, no. 55835/09, § 52, 31 Mayıs 2016)

Mahkeme’nin görevi, meşru bir amacın izlenmesi de dâhil olmak üzere, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendinde belirlenen koşulların, incelemesine sunulan davada yerine getirilip getirilmediğini belirlemeye dayanır. Bu bağlamda, kendilerine sunulan delilleri değerlendirmek için daha iyi bir konumda bulunan ulusal mahkemelerin olaylarla ilgili değerlendirmesini dikkate almak yerine kendi değerlendirmesini yapması, ilke olarak Mahkeme’nin görevi değildir. (bkz. Mergen ve Diğerleri v. Türkiye, no. 44062/09, § 48, 31 Mayıs 2016 ve Mehmet Hasan Altan, § 126)

Mahkeme, makul bir şüphe olup olmadığını değerlendirirken, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendinde düzenlenen güvencelerin özünün korunup korunmadığını ortaya koymak zorundadır. Hükümet’in bu nedenle başvurucunun bu suçu işlediğine dair makul şüphenin olduğu konusunda Mahkeme’yi ikna edebilecek bazı veriler ya da bilgiler temin etmesi gerekmektedir.

Makul şüphenin, kişinin yakalandığı ve gözaltına alındığı anda var olması gerekmektedir. Dahası, makul şüphenin varlığına ek olarak, hakimlerin ya da diğer yargı makamlarının bu müdahaleyi destekleyecek ilgili ve yeterli delilleri de sunması gerekmektedir.

İlkelerin Somut Olaya Uygulanması

Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası

Söz konusu davada Mahkeme, başvurucunun, darbe girişiminden bir gün sonra, 16 Temmuz 2016 tarihinde örgüt üyesi olduğu şüphesiyle gözaltına alındığını ve 20 Temmuz 2016 tarihinde tutuklandığını gözlemlemiştir. 15 Ocak 2018 tarihinde başvurucunun TCK’nin 314. maddesinde düzenlenen FETÖ/PDY örgütü üyeliğinden ceza alması talebiyle iddianame hazırlanmıştır. 6 Mart 2019 tarihinde başvurucu, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararıyla hükümlü olmuştur.

Mahkeme, incelemesine sunulan vakaları çevreleyen koşulları, özellikle Türkiye’nin askeri darbe girişiminin ertesi gününde üstesinden gelmesi gereken zorlukları dikkate almaya hazırdır. Ancak, Mahkeme’nin görüşüne göre, organize suçla mücadele etmek, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendiyle korunan güvencelerin temelini oluşturan ‘makullük’ kavramını esnetmeyi meşrulaştırmaz.

Mahkeme’nin bu davadaki görevi, başvurucunun tutuklandığı andaki etmenlerin objektif bir gözlemciyi ikna edip etmediğine karar vermektir. Bunu yaparken de Mahkeme, söz konusu tedbirin olay zamanı erişilebilir bilgilere ve verilere dayanıp dayanmadığını inceleyecektir. Bu değerlendirmelerin -o dönemde Anayasa mahkemesi üyesi olan başvurucu gibi- özellikle yargı mensubu kişiler için önemli olduğu akılda tutulmalıdır.

Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin bu tedbiri incelerken FETÖ/PDY örgütünün yapısını ve yargı içindeki yapılanmasını anlattıktan sonra başvurucu aleyhine bu delillere dayandığını gözlemlemektedir: iki gizli tanık ifadesi; FETÖ/PDY üyesi olmakla suçlanan Anayasa Mahkemesi eski raportörü bir kişinin ifadeleri; Bylock aracılığıyla yapılan mesajlaşmalar ve diğer faktörler.

Ancak, söz konusu deliller, başvurucu hakkında verilen tutuklama kararından uzun zaman sonra toplanmıştır. Başvurucu aleyhine gösterilen ilk delil olan, başvurucuyu FETÖ/PDY üyesi olmakla suçlayan gizli tanıkların ifadeleri 4 Ağustos 2016 tarihinde, başvurucunun tutuklanmasından iki hafta sonra alınmıştır. Diğer ifadeler ve deliller, bir hayli zaman sonra elde edilmiştir. Başvurucu, yerel mahkemelerin dikkatini defalarca bu konuya çekmiş ve hakkında tutukluluğunu meşru gösterecek somut bir delil olmadığını söylemiştir. Fakat Anayasa Mahkemesi, başvurucunun başvurusunu reddetmesi ile sonuçlanan gerekçesinde başvurucunun bu argümanlarına yer vermemiştir. Aynı şekilde Hükümet, bu konuda sessiz kalmış ve başvurucunun iddialarına karşı belirli bir karşı argüman ileri sürmemiştir.

Bu nedenle Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin aksine, başvurucunun tutuklanmasından uzun bir zaman sonra toplanan bu delilleri incelemeye gerek görmemiştir. Mahkeme’nin bu konuya yönelik tutarlı yaklaşımına uygun olarak, söz konusu deliller başvurucu aleyhine terör suçlarını işlediği yönünde şüphe doğurabilse de, başvurucunun tutuklanmasını meşrulaştıracak tek dayanak da olamaz. Herhalükarda Mahkeme, bu delillerin toplanmasının, yerel makamların başvurucunun tutuklanmasını meşru kılacak yeterli temel dayanağı sunma zorunluluğunu ortadan kaldırmadığını düşünmektedir. Aksi, Sözleşme’nin 5. maddesindeki kişilerin keyfi ve gerekçesiz bir şekilde özgürlüklerinden alıkonulmamasına yönelik amacın ortadan kalkması sonucunu doğurur.

Mahkeme, başvurucunun 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen olaylara katılmakla suçlanmadığını gözlemlemektedir. Her ne kadar savcılık, 16 Temmuz 2016 tarihinde başvurucunun FETÖ/PDY örgütüne üye olduğunu iddia etse de, Hükümet, bunu kanıtlayacak herhangi bir veri ya da bilgi sunamamıştır. Başvurucu, tutuklanmadan önce, 20 Temmuz 2016 tarihinde örgüt üyesi olma suçundan sorguya alınmıştır ancak polislerin başvurucunun bu suçu işlediğine dair şüpheleri tek başına başvurucunun bu suçu işlediği yönünde objektif bir gözlemciyi ikna etmek için yeterli değildir.

Özellikle, Mahkeme, sulh ceza hakimi tarafından verilen tutuklama kararının tanık ifadeleri ya da başvurucunun bu suçu işlediğine dair şüphe oluşturacak herhangi bir başka veri ya da bilgi gibi kuvvetli suç şüphesi taşıyan herhangi bir somut delil içermediğini gözlemlemektedir. Sulh ceza hakimi, kararının gerekçesi olarak CMK’nin 100. maddesine ve dosyadaki delillere dayanmaktadır. Ancak sulh ceza hakimi, yalnızca ilgili madde metnine atıf yapmış ve delilleri listelemiş, sadece başvurucu için değil, dosyadaki diğer 13 şüpheli için de bireyselleştirme yapmamıştır.

Mahkeme’nin görüşüne göre, dosyadaki deliller ya da başvurucuya yönelik şüpheyi meşrulaştıracak herhangi bir bilgi kişiye özgü şekilde değerlendirilmeden CMK’nin 100. maddesinin metnine geniş ve genel referans vermek ve dosyadaki deliller başvurucunun tutukluluğunun dayanması gereken şüphenin ‘makullüğü’ için yeterli görülemez.

Bu nedenle Mahkeme, başvurucunun tutukluluğunu haklı gösterecek şüpheyi doğuracak herhangi bir veri ya da bilgi olmadığına karar vermiştir. Mahkeme, başvurucu hakkında dava açıldığının farkındadır ancak önündeki başvuru yalnızca başvurucunun tutuklanmasına ilişkindir ve başvurucunun Yargıtay tarafından yapılan duruşma sırasında hükümlü hale gelmesinin bu şikayetle ilgili, 20 Temmuz 2016 tarihinde alınan tedbirin o dönem erişilen bilgi ve veriler ışığında haklı olup olmadığı yönünde vereceği kararda herhangi bir etkisi olmayacaktır.

Hükümet başka bir veri ya da bilgi sunamadığı için, Mahkeme, başvurucunun Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendi uyarınca tutuklanmasını haklı gösterecek makul bir şüphe olmadığına karar vermiştir.

Sözleşme’nin 15. maddesi

Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye Anayasası’nın 15. maddesinin uygulanabilirliği hakkında karar verdiğini ve kişilerin bir suç işlediklerine dair kuvvetli bir delilin bulunmaması durumunda tutuklanabileceklerinin kabul edilmesi durumunda, özgürlük ve güvenlik hakkının güvencelerinin, anlamlarını tamamen kaybedeceği kanaatine vardığını gözlemlemektedir.

Mahkeme, 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan askeri darbe girişimi sonrası Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı zorlukların farkındadır ancak bu, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendinde makul şüphe bağlamında aranan minimum gereklilikler sağlanmadan, delil ya da yeterli temel dayanak olmaksızın kişilerin olağanüstü hal sırasında tutuklanmasına karar verilmesi konusunda yetkililere açık çek verildiği anlamına gelmez.

Mahkeme’ye göre, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek bir mahkemede hakimlik yapan başvurucunun davasında bu durum daha da önemli bir hale gelmektedir. Bu nedenle Mahkeme, söz konusu davada, başvurucunun tutuklandığı anda başvurucunun bu suçu işlediğine dair makul bir şüphe olmadığına, bu nedenle Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Başvurucunun Tutuklanma Kararının Gerekçesiz Olduğu İddiası

Mahkeme, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası altında yaptığı değerlendirmeleri dikkate alarak, Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edilip edilmediğini incelemeye gerek olmadığına karar vermiştir.

Adil Tazmin

Mahkeme, başvurucuya 10.000 Euro tazminat ödenmesine karar vermiştir.

Muhalefet Şerhi

Davadan çekilen Işıl Karakaş yerine davaya bakan ad-hoc hakim Harun Mert, karara muhalefet şerhi yazmıştır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: