İçeriğe geç

İHAM’ın Osman Kavala v. Türkiye kararının çevirisi: “İnsan hakları savunucusunun makul şüphe olmadan, insan hakları faaliyetlerini durdurmak amacıyla tutuklanması ve AYM’nin hızlı bir sürede karar vermemesi 5/1, 5/4 ve 18. madde ihlalidir.”

by 13/12/2019

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, 10 Aralık 2019 tarihli Kavala v. Türkiye (başvuru no. 28749/18) Daire[1] kararıyla:

Oybirliğiyle, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Madde 5/1’in (özgürlük ve güvenlik hakkı) ihlal edildiğine ve Sözleşme Madde 5/4’ün (tutuklamanın hukuka uygunluğu hakkında hızlı karar hakkı) ihlal edildiğine karar vermiştir.

Altı oya karşı bir oyla, Madde 5/1 ile bağlantılı olarak 18. Maddenin (Haklara getirilecek kısıtlanmaların sınırlanması) ihlal edildiğine ve davalı Devlet’in başvurucunun tutukluluğunu sonlandırmak için her türlü tedbiri almasına ve başvurucunun derhal salıverilmesi gerektiğine karar vermiştir.

Ele alınan davada, bir iş insanı olan ve insan haklarının korunması ve desteklenmesi alanlarında aktif birçok sivil kuruluşunun (“STK”) ve sivil toplum hareketinin kurulmasına katkıda bulunan Bay Kavala, tutuklanmasının ve tutuklu yargılanmasının haksız olduğunu öne sürmüştür.

Mahkeme, Kavala’nın iki suçu işlediğine dair “kuvvetli şüphe” bulunması sebebiyle tutuklu yargılandığını tespit etmiştir: cebir ve şiddet kullanarak, Hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme ve anayasanın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme.

Mahkeme, başvurucunun ilk kez tutuklanması ile devamındaki tutukluluğunun, başvurucuya isnat edilen hareketlerin objektif bir değerlendirmesine dayalı olarak oluşacak makul bir şüphe ile haklı hale geldiğinin yetkililerce ortaya konulamadığının tespit etmiştir. Mahkeme ayrıca söz konusu tedbirin, makul olarak yerel hukukta cezai hale getirilecek eylemler üzerine alınmadığını, söz konusu eylemlerin büyük oranda Sözleşme’nin 10. ve 11. maddeleri kapsamında korunan hakların kullanımı olarak değerlendirileceğini ve eylemlerin şiddet içermediğini tespit etmiştir. Kavala’nın suç eylemlerine karıştığını gösteren herhangi bir olgu, bilgi ya delil bulunmadığı için, kendisinin cebir ve şiddet kullanarak Hükümet’i ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçunu işlediğinden makul olarak şüphelenemez.

Kavala’nın Anayasa Mahkemesi’ne yapmış olduğu bireysel başvuru inceleninceye kadar geçen toplam süre ve tehlikede bulunan değer göz önüne alındığında Mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin tutukluluğun hukuka uygun olduğuna karar verdiği sürecin Madde 5/4’te öngörülen “hızlılık” gerekliliğini sağlamadığı sonucuna varmaktadır.

Son olarak Mahkeme, dava dosyasında bulunan belgeler ışığında, davada şikâyet konusu yapılan tedbirlerin makul şüphenin ötesinde gizli bir amaç taşıdığını, bu durumun 18. maddeye aykırı olduğunu, söz konusu gizli amacın Kavala’nın ve bütün insan hakları savunucularının sesini kısmak olduğunu tespit etmiştir.

Sonuç olarak, davanın özel koşulları dikkate alındığında ve ihlal kararlarına temel teşkil eden sebeplere bakıldığında, Mahkeme Hükümet’in, başvurucunun tutukluluğunu sonlandırmak için her türlü tedbiri almasına ve başvurucunun derhal salıverilmesi gerektiğine karar vermiştir.

Kararın tamamına buradan, Benan Molu, Polat Yamaner ve Ramazan Demir tarafından yapılan çevirisine aşağıdan ulaşabilirsiniz.

Kavala v. Türkiye, Başvuru no. 28749/18, Karar tarihi: 10.12.2019.

Başvuruya Konu Olayların Özeti

Başvurucu Mehmet Osman Kavala, 1957 yılı doğumlu bir Türkiye vatandaşıdır ve İstanbul’da yaşamaktadır. Başvurucu hâlihazırda tutukludur ve Hükümet’i ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlarından yargılanmaktadır.  Kavala,  insan hakları, kültür, sosyal çalışmalar, tarihle yüzleşme ve çevrenin korunması alanlarında aktif birçok sivil kuruluşunun (“STK”) ve sivil toplum hareketinin kurulmasına katkıda bulunmuş bir iş insanıdır.

Başvurucu, cebir ve şiddet kullanarak, Hükümet’i ortadan kaldırmaya teşebbüs etme ve anayasanın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçlarını işlediğinden şüpheyle 18 Ekim 2017 tarihinde İstanbul’da tutuklanmıştır. Kendisine isnat edilen suçlar Gezi Parkı eylemleriyle ve 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi ile alakalıdır.

Mayıs 2013’te Gezi Parkı –İstanbul’un merkezinde bulunan bir yeşil alan- yıkım işlemlerinin başlangıcı sonrası, çevreci aktivistler ve bölgenin sakinleri alanı işgal etmiştir. 31 Mayıs 2013’te polis alana şiddetle müdahalede bulunmuştur. Protestocular Haziran ve Temmuz 2013’te gittikçe artmış ve eylem Türkiye’nin çeşitli şehirlerine dağılarak yaygınlaşmıştır. Dört sivil ve iki polis memuru öldürülmüş ve binlerce insan yaralanmıştır.

Ayrıca 15 ila 16 Temmuz 2016 gecesi, Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu bir grup asker, darbe yapma girişiminde bulunmuş, Meclis’i, Hükümet’i ve Türkiye Cumhurbaşkanı’nı devirmeyi amaçlamışlardır. Şiddet dolu gece boyunca, 250’den fazla kişi öldürülmüş ve 2,500’den fazla insan yaralanmıştır. Yerel yetkililer, Birleşik Devletler’de yaşan bir Türk vatandaşı olan ve Türk yetkililerince FETÖ/PDY (Fethullahçı Terör Örgütü/ Paralel Devlet Yapılanması) olarak adlandırılan bir örgütün başı olarak görülen Fetullah Gülen’i darbe girişimi için sorumlu tutmaktadır.

21 Temmuz 2016’da Hükümet üç aylık bir süre için olağanüstü hal ilan etmiştir; olağanüstü hal sonrasında Cumhurbaşkanı başkanlığındaki Bakanlar Kurulu tarafından üç aylık dönemler halinde uzatılmıştır. Türk yetkilileri, Sözleşme’nin 15. maddesi kapsamında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne olağanüstü halde yükümlülüklerini askıya aldığına ilişkin bildirimde bulunmuştur.

31 Ekim 2019 tarihinde Kavala’nın, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nden polisler tarafından, avukatları huzurunda ifadesi alınmıştır. 1 Kasım 2017 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığı makamı Kavala’nın; “cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme” (Türk Ceza Kanunu Madde 309) ve “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme” (Türk Ceza Kanunu Madde 312) suçlarını işlediğinden şüpheyle, tutuklanması isteminde bulunmuştur.

Savcılık makamı Gezi eylemleri ile ilgili şüpheyi temellendirmek adına, Kavala’nın eylemleri organize ettiğini, eylemlerin esasında bütün terörist örgütlerin aktif olarak katıldığı bir ayaklanma olduğunu ve Hükümet’i devirmeyi amaçladığını öne sürmüştür. 8 Kasım 2017 tarihinde Kavala tutukluluk itirazında bulunmuştur. Söz konusu itiraz, 13 Kasım 2017 tarihinde İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından, tutukluluk kararının usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.

Kasım 2017 ila Ağustos 2018 tarihleri arasında, başvurucu çeşitli koşullu salıverilme başvurularında bulunmuştur. Ek olarak, ilgili sulh ceza mahkemesinin re’sen yaptığı tutuklama incelemelerinde, birçok kez başvurucunun tutukluluk halinin devamına karar verilmiştir.

19 Şubat 2019 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Kavala ve 15 diğer şüpheli ile ilgili iddianamesini sunmuş; şüphelilere özel olarak Türk Ceza Kanunu Madde 312 uyarınca Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’ni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçu ve kamu düzenine karşı işlenen bir dizi diğer suç isnatlarında bulunmuştur.

Bu esnada başvurucu 29 Aralık 2017 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur. 28 Haziran 2019 tarihinde kararını açıklayan Anayasa Mahkemesi, 5 oya karşı 10 oyla Anayasa’nın 19. maddesinde düzenlenen özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edilmediğine hükmetmiştir.

Anayasa Mahkemesi, tutuklamanın hukuki olmaması nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar vermekle birlikte, Anayasa’nın 19. maddesinin ihlal edilmediğine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapıldığına ilişkin iddianın kabul edilemez olduğuna karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, başvurucunun Gezi eylemleri sırasında Hükümeti düşürmeyi hedefleme şeklindeki suçu işlediğine ilişkin sorumluluğuna gidilmesi için olgusal delillerin bulunduğunu ve bunların kuvvetli belirti olarak kabul edilmesinin keyfi ya da temelsiz olmadığını belirtmiştir. Tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapıldığına ilişkin iddia için, Anayasa Mahkemesi başvurucunun 1 Kasım 2017 ila 30 Nisan 2019 tarihleri arasında tutukluluk halinin devamına karar veren mahkemelere götürülmediğini tespit etmiştir. Bununla birlikte başvurucunun tazminat davası açma imkanı olması sebebiyle, söz konusu şikayetin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.

Başvurucunun İhlal İddiaları

Madde 5/1 ve 3’e (özgürlük ve güvenlik hakkı) dayanan başvurucu, ilk kez tutuklanması ile devamındaki tutukluluğunun keyfi olduğunu öne sürerek şikâyetçi olmuştur. Başvurucu tutukluluk halini gerektirecek bir suç işlediğine dair makul şüphe oluşturmaya temel olacak hiçbir delil bulunmadığını öne sürmüştür.

Başvurucu ayrıca yerel mahkemelerin tutukluluk halinin devamı kararlarında yetersiz gerekçelendirmede bulunduklarını iddia etmiştir. Madde 5/4’e dayanan başvurucu, Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru usulü bağlamında, tutukluluğun hukuka uygunluk incelemesinde “hızlılık” gerekliliğini sağlamadığını öne sürmüştür.

18. maddeye (haklara getirilecek kısıtlanmaların sınırlanması) dayanan başvurucu, Sözleşme’de tanımlanan haklarının Sözleşme’de geçen amaçlardan farklı amaçlarla kısıtlandığını iddia etmiştir. Başvurucu özel olarak, tutukluluğunun Hükümet’i eleştiren bir kişilik olarak kendisini cezalandırma, bir STK aktivisti ve insan hakları savunucusu olarak kendisini susturma ve söz konusu faaliyetlere başkalarının da katılmaması için caydırma ve ülkedeki sivil toplumu paralize etme amaçlarını taşıdığını ifade etmiştir.

Başvuru, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne 8 Haziran 2018 tarihinde yapılmıştır.

Üçüncü Taraf Görüşleri

Davaya, Sözleşme’nin 36/3 maddesi ve İç Tüzük’ün 44/2 maddesi uyarınca Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri müdahil olmuştur. Komiser’in tespitlerine buradan ulaşabilirsiniz.

PEN International, Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi (Turkey Human Rights Litigation Support Project) ve İfade Özgürlüğü Derneği Sözleşme’nin 36/2 maddesi ve İç Tüzük’ün 44/3 maddesi uyarınca davaya uzman görüşü sunmuştur. Görüşlere buradan  ve buradan ulaşabilirsiniz.

Hükümet’in Kabul Edilebilirlik Yönünden İlk İtirazları

Hükümet, başvurucunun başvurusunu Sözleşme’nin 35/2 – b maddesi uyarınca başka bir uluslararası soruşturma ya da çözüm merciine sunduğunu ve iç hukuk yollarını tüketmediğini ileri sürmüştür.

A. Sözleşme’nin 35/2 – b maddesi altında ileri sürülen itiraz

Hükümet, mevcut davanın temelinde bulunan başvurulara ilişkin ileri sürülen şikayetlerin, Sözleşme’nin 35/2 – b maddesi anlamında soruşturma veya çözüm amacıyla başka bir uluslararası yargı merciine –söz konusu başvuruda Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’na (BMKTÇG) – sunulduğunu, bu nedenle söz konusu başvurunun kabul edilemez bulunması gerektiğini ileri sürmüştür.

Sözleşme’nin 35/2 – b maddesi aşağıdaki şekildedir:

“2.  Mahkeme, 34. madde uyarınca sunulan bireysel başvuruları aşağıda sayılı hallerde ele almaz:

(…)

b) Başvuru, Mahkemece daha önce incelenmiş ya da uluslararası diğer bir soruşturma veya çözüm merciine daha önceden sunulmuş bir başka başvuruyla esasen aynı olup yeni olgular içermiyorsa. “

Başvurucu, BMKTÇG önündeki başvurunun Mahkeme önündeki başvuru ile aynı konuda olmadığını ve BMKTÇG’ye kendilerinin gözetiminde ya da inisiyatifinde bir başvuru yapılmadığını, bu başvurunun üçüncü kişiler tarafından yapıldığını belirterek bu itiraza karşı çıkmıştır.

Mahkeme, Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun çalışma yöntemini daha önce incelediğini ve söz konusu Grubun Sözleşme’nin 35/2 – b maddesi anlamında “soruşturma veya çözüm amaçlı uluslararası bir yargı mercii” olduğu sonucuna vardığını hatırlatmıştır. (Bkz. Peraldi v. Fransa)

Söz konusu davada Mahkeme, ilk önce, Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’na Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği tarafından başlatılan özel prosedürlerin bir parçası olarak üç Birlemiş Milletler özel raportörü ve Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu Başkan Vekili tarafından bir mektup sunulduğunu kaydetmiştir.

İkinci olarak da Mahkeme, söz konusu başvuruda başvurucunun ya da bir yakının aktif olarak rol almadığını gözlemlemiştir. Bu bağlamda, Mahkeme önündeki şikayetçiler ile, Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’na şikayette bulunan kişiler aynı değilse, başvuru da Mahkeme tarafından “daha önceden sunulmuş bir başka başvuruyla esasen aynı olduğu”na karar vermeyecektir.

Bu sebeplerle Mahkeme, Hükümet’in Sözleşme’nin 35/2 – b maddesi altındaki itirazını reddetmiştir.

B. İç hukuk yollarının tüketilmediğine dair itiraz

Hükümet, başvurucunun tüketmesi gereken bütün iç hukuk yollarını tüketmediğini iddia etmiştir. Hükümet, başvurucunun 29 Aralık 2017 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunduğunu, Anayasa Mahkemesi kararını beklemeden Mahkeme’ye başvurmasının ikincillik ilkesiyle uyumlu olmadığını, Sözleşme’nin ve bireysel başvuru sisteminin temel ilkelerinden biri olan ikincillik ilkesine uyulmamasının yerel mahkemelere başvurulmadan Mahkeme’ye çok sayıda başvuru yapılmasının önünü açacağını ve bu durumun Sözleşme’de düzenlenen koruma sistemini zayıflatacağını ileri sürmüştür.

Hükümet ayrıca Mahkeme’nin önündeki çok sayıda başvuruda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun Sözleşme’nin 5. maddesi altında etkili bir iç hukuk yolu olarak kabul edildiğini hatırlatmıştır. (diğer davaların yanı sıra, Mercan v. Turkey (kabul edilemezlik kararı), no. 56511/16, §§ 21-30, 8 Kasım 2016)

“Hızlı bir şekilde karar verilmesi” yükümlülüğüne dayanan başvurucu ise, Anayasa Mahkemesi’nin başvurusunu inceleme süresini dikkate alarak bu yolun etkisiz bir hale geldiğini belirtmiştir.

Mahkeme, tutuklamanın hukuka uygun olup olmadığına ilişkin bir başvurunun incelenmesi için geçen sürenin tek başına Anayasa Mahkemesi önündeki usulün etkisiz olduğu sonucuna varmak için yeterli olmadığını belirtmiştir. Hükümet tarafından da ileri sürüldüğü gibi ikincillik ilkesi, Sözleşme’nin 1. maddesi uyarınca, temel hak ve özgürlüklerin ilk/öncelikli garantörünün taraf devletler olmasına ilişkindir.

Mahkeme, Sözleşme’nin 5. maddesi açısından Anayasa Mahkemesi önünde oluşturulan bireysel başvuru yolunu daha önce de özellikle Koçintar v. Türkiye davası kapsamında incelemiştir. Söz konusu davada, bu hukuk yolunun incelenmesi sonucunda, Mahkeme, Anayasa Mahkemesi önünde bireysel başvurunun, başvurucuların Sözleşme’nin 5. maddesine ilişkin şikayetine uygun bir telafi yolu ve makul başarı şansı sunamadığını belirtmeye imkan verecek hiçbir delile sahip olmadığına kanaat getirmiştir. (bkz. Mehmet Hasan Altan, § 132).

Mahkeme, söz konusu başvuruda, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun etkililiğine dair yukarıda değinilen sonuçtan ayrılmak için bir neden görmemiştir. Kısacası Mahkeme, başvurucunun Anayasa Mahkemesi’ne başvurduğunu, böylece Anayasa Mahkemesi’ne ihlal iddiasını inceleme fırsatı verdiğini kaydetmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 28 Haziran 2019 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan karar ile başvurucunun davasında kararını açıklamıştır.

Dolayısıyla, Hükümet’in bu itirazı kabul görmemiştir.

Esas Yönünden

Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. ve 3. fıkralarının ihlal edildiği iddiası

Sözleşme’nin 5. maddesi aşağıdaki gibidir:

“1. Herkes özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir. Aşağıda belirtilen haller dışında ve yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz:

(…)

c) Kişinin bir suç işlediğinden şüphelenmek için inandırıcı sebeplerin bulunduğu veya suç işlemesine ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olma zorunluluğu kanaatini doğuran makul gerekçelerin varlığı halinde, yetkili adli merci önüne çıkarılmak üzere yakalanması ve tutulması;

(…)”

Mahkeme, Sözleşme’nin 5/1 – c maddesine göre, bir kişinin ancak bir suç soruşturması kapsamında ve bir suç işlendiği makul şüphesine dayanılarak yetkili adli merciler önüne çıkarılmak amacıyla tutuklanabileceğini yinelemiştir. ‘Makul’ kavramı ile, var olan şüphenin, suçlama olasılığı konusunda objektif bir gözlemciyi ikna etme eşiği kastedilmektedir.

Bu durumda özgürlükten mahrum bırakılmanın yeterli objektif öğelere dayanıp dayanmadığı sorunu ortaya çıkmaktadır; ek olarak, dayanılan vakıaların Ceza Kanunu’nun ilgili bölümlerinde tanımlanmış suç hareketlerine girdiğine dair makul bir kabul gerekmektedir. Bu nedenle, fiil ve eylemleri, işlendiği sırada suç oluşturmayan kişinin tutukluluğunun ‘makul şüpheye’ dayandığı söylenemeyecektir.

Mahkeme, başvurucunun iki suç tipi ile ilgili ‘kuvvetli suç şüphesine’ dayanılarak tutuklandığını gözlemlemiştir: Cebir ve şiddet kullanarak, Hükümet’i ve Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek.

Mahkeme, başvurucunun yakalanması ve tutuklanması için makul şüphe bulunup bulunmadığını değerlendirirken, başlangıç noktasının ulusal mahkemelerin ilk tutukluluk ve tutukluluk devam kararlarının incelenmesi olması gerektiğini yinelemiştir.

Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin başvurucunun tutukluluğunun hukukiliğini değerlendirmiş olması göz önünde bulundurulduğunda, Mahkeme’nin, iddianameyi de göz önüne almış olan bu mahkeme tarafından sunulan gerekçelerin, ulusal mahkemelerin bu tedbire hükmetmiş olduğu zamanda başvurucunun tutukluluğunu destekleyen makul şüphenin bulunduğunun yeterli biçimde gösterilip gösterilmediğini değerlendirmesini aramıştır.

Başvurucu, savcının görüşüne göre, Hükümet’i ortadan kaldırma amacını taşıyan Gezi parkı eylemlerinin azmettiricisi ve lideri olmakla suçlanmaktadır. Ancak, başvurucuya polis gözaltısı aşamasında bu eylemler sırasında işlenen şiddet içerikli fiillere dahli ile ilgili herhangi bir soru sorulmadığı da not edilmelidir. Ayrıca, dosyada başvurucunun güç ya da şiddet kullandığı, şiddet içerikli fiilleri teşvik ettiğini ya da bu fiillere izin verdiğini veya bu türden suç oluşturan hareketlere destek sağladığını gösterir herhangi bir delil bulunmamaktadır. Her ne kadar ‘somut delil’e dayanıldığı ifade edilmiş ise de, Sulh Ceza Hakimliği’nin 1 Kasım 2017 tarihli tutuklama kararında başvurucunun bu eylemlere katıldığına ya da destek verdiğine dair objektif bir gözlemciyi ikna edecek derecede bir makul şüpheyi oluşturacak herhangi bir bulgu bulunmamaktadır. Aynı şekilde, sonraki tutukluluk devam kararları da bu yönde somut bulgulara dayanmamıştır.

Mahkeme’ye göre, başvurucunun suçlandığı TCK’nin 312. maddesi bağlamında cebir ve şiddet kullanarak Hükümet’i devirme suçunu oluşturan maddi unsur olarak bu nokta mevcut dava açısından çok önemlidir. Mahkeme ayrıca, savcılığın iddianamesinde bu eylemlerin sivil toplumda etkili olan ve perde arkasından hareket eden bir grubun eylemleri sonucu ortaya çıkmış gibi anlatıldığını kaydetmiştir. İddiaya göre kendisi yabancı aktörler tarafından desteklenen başvurucu, Türkiye’de bu grubun başını çektiği bir yapı oluşturmuştur. Mahkeme, bununla birlikte, başvurucuya isnat edilen eylemlerin ya ilk bakışta birbirinden farklı ve birbiri ile ilgisiz görünen yasal faaliyetler ya da açıkça Sözleşmesel hakların kullanımına ilişkin olduğunu, ancak her halükarda şiddet içermeyen eylemler olduğunu kaydetmiştir.

31 Ekim 2017 tarihli polis sorgusuna göre başvurucu hakkındaki şüphelerin dayanağı olan deliller şu şekildedir: M.P.’nin ifadesi (başvurucunun yakalanmasından sonra ve tutuklanmasından bir gün önce verilen); başvurucunun Gezi olayları sırasında veya sonrasında gazetecilerle, bir yayınevi sahibi ile, kültürel etkinlikler düzenlemek isteyen kişiler ve STK temsilcileri ile, yine Gezi olayları sonrası farklı üçüncü kişilerle yaptığı çeşitli telefon görüşmeleri; olaylar sırasında belirli STK temsilcileri, gazeteciler ve yabancı devlet temsilcileri ile yapılmış görüşmeler; 2017 yılında, Gezi olaylarından ve darbe teşebbüsünden çok sonra Avrupa Birliği Türkiye Yurttaş Komisyonu delegasyonu ziyareti öncesi hazırlıklar için başvurucunun da katıldığı görüşmeler; başvurucu ve birçok kişi arasında çeşitli konularda yapılan mesajlaşmalar; ve H.J.B isimli Amerikalı akademisyen ile olan ilişki. Bununla beraber, aynı tanık sonrasında ise başvurucu hakkında suçlayıcı herhangi bir beyanda bulunmadığını ifade etmiştir. Benzer şekilde Eylül 2013 ve Şubat 2014 tarihlerinde üçüncü kişilerle yapılmış telefon görüşmeleri de başvurucunun Hükümet’e karşı genel bir ayaklanma organize ettiğine ilişkin herhangi bir veri içermemektedir. Fiziki takipler de başvurucunun Gezi olayları sırasında yabancı bir devlet temsilcisi ile görüştüğünü göstermiştir. Mahkeme, bu görüşmelerin, ya da gazeteciler ve Avrupalı delegasyonlarla yapılanların, ne şekilde kendi içlerinde ihtilaf konusu şüpheyi haklı kılmaya yeter seviyede olgular olarak değerlendirildiğine anlam verememiştir.

İddianamede atıf yapılan sivil toplum kuruluşları ve başvurucu arasındaki ilişkiye ilişkin olarak, Mahkeme, tarafların bu sivil toplum kuruluşlarının yasal olduğuna ve serbest bir şekilde faaliyetlerine devam ettiğine dair herhangi bir itirazlarının olmadığını kaydetmiştir. (Mergen ve diğerleri, § 51)

Başvurucunun irtibatta olduğu, telefon görüşmesi yaptığı ve çeşitli suçlamalar yöneltilen kişiler, başvurucu ile bu kişiler arasındaki ilişkilerin doğası gereği bu şekilde basit bir irtibattan çıkarılan sonuçları haklılaştırmak için kullanılamaz.

Buna ek olarak, haklarında herhangi bir mahkumiyet kararı olmadan, savcılık evraklarında yasadışı derneklere üye olan ve Hükümet’e karşı komplo içerisinde olduğu ifade edilen bu kişilerin, Sözleşme’nin 6/2 maddesi bağlamında masumiyet karinesinden faydalandıkları gözden kaçırılmamalıdır. Her halükarda Mahkeme, söz konusu görüşmelerde, başvurucunun bu kişilerle birlikte, devam eden barışçıl gösterileri Hükümet’e karşı yaygın ve şiddet içerikli bir ayaklanmaya çevirmeye çalıştıklarına dair herhangi işaret görmemektedir.

Sonuç olarak Mahkeme, savcılığın argümanlarının güvenilirliğinin büyük ölçüde zayıfladığını tespit etmiştir.

Mahkeme, başvurucunun suça karışmış olduğunu gösteren bilgi, olgu ya da delillerin yokluğunda, cebir ve şiddet ile Hükümet’i devirmeye teşebbüs etme suçunu işlediğinden makul bir şekilde şüphe duyulamayacağına kanaat getirmiştir. Özellikle, atıf yapılan eylemler başvurucunun cebir ve şiddet kullanarak Hükümet’e karşı ayaklanmayı fonlamak ve organize etmek şüphesini doğurmaya yeterli görülmemiştir.

15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü suçlamalarına ilişkin olarak ise Mahkeme, ağırlıklı olarak, darbe teşebbüsünün organize edilmesine katılımı suçlaması ile hakkında soruşturma bulunan H.J.B. ile başvurucunun ‘yoğun görüşme’lerinin varlığına dayandığını kaydetmiştir. Ancak Mahkeme’ye göre, dosyadaki deliller bu şüpheyi haklı kılmaya yeterli değildir.

Mahkeme’ye göre Hükümet’i ve anayasal düzeni devirmeye teşebbüs etme şüphesinin, bu suçların yapısı göz önünde bulundurulduğunda, somut ve doğrulanabilir olgu ya da delillerle desteklenmesi gerektiği açıktır. Mahkeme, kendisine sunulan delillerin, başvurucunun ilk tutukluğu anında kendisine karşı makul şüpheyi tespit etmeyi destekler yeterlilikte olmadığına kanaat getirmiştir. Ayrıca, başvurucunun yakalanması sonrası ve bu dava kapsamındaki tutukluluğunun devamı sürecinde dosyaya eklenen deliller, başvurucunun ilk ve devam eden tutukluğunu haklı göstermeye yeter şüpheyi oluşturacak olgu ve bilgi derecesine ulaştığını gösterememiştir. Sonuç olarak Mahkeme, yetkililer tarafından başvurucunun ilk ve devam eden tutukluğunun söz konusu eylemler açısından objektif bir değerlendirmeye dayalı makul şüpheye dayandığını ortaya koyamadıklarına kanaat getirmiştir.

Aynı şekilde Mahkeme, ceza soruşturmasının açılması tarihinin 2013 olduğunu ve başvurucunun Gezi olaylarından 4 yıl sonra tutuklanmış olmasını görmezden gelmemiştir. Hükümet, şüphelerin doğmasına neden olan olaylar ile başvurucunun tutuklanması arasındaki bu dikkate değer süreyi açıklayacak herhangi bir argüman sunamamıştır. Bununla beraber, başvurucu hakkında soruşturma açılması ve suçlanması bu olaylardan yaklaşık olarak beş buçuk yıl sonra olmuştur. Ancak, dava dosyasından, soruşturma açıldıktan sonra yetkililerin soruşturmanın seyrini değiştirecek veya başvurucunun söz konusu olayların azmettiricisi olduğunu gösterecek önemli delilleri topladığı görülmemektedir.

Sözleşme’nin 15. maddesi ve Türkiye tarafından yapılan derogasyona dönülecek olursa, Mahkeme’ye göre, yukarıda yaptığı tespitlere atıfla, kendi önündeki deliller başvurucu hakkında makul şüpheyi destekler yeterlilikte değildir. Bu nedenle, başvurucuya karşı var olan şüphe, gerekli olan asgari makuliyet eşiğine ulaşmamıştır. Bu nedenle, itiraz konusu tedbirler yargısal denetim altında verilmiş olmalarına rağmen dayanakları basit şüphe seviyesinde kalmıştır.

Cumhurbaşkanı başkanlığında Bakanlar Komitesi, Anayasa’nın 121. maddesi uyarınca gözaltına alınan ya da tutuklanan kişilerle ilgili iç hukukta usuli güvenceler öngören yasalarda çok sayıda değişiklik (gözaltı süresinin uzatılması, dava dosyalarına erişimin kısıtlanması ve tutuklama kararlarına itirazların incelenmesi gibi) yapmıştır. Buna karşın CMK’nin 100. maddesinde varlığı aranan “suç işlendiğine dair kuvvetli şüpheyi gösterir somut olgular” hükmünün olağanüstü hal sürecinde değiştirilmediği kaydedilmelidir. Mevcut davada şikayet konusu olan tedbirler olağanüstü halden önce de sonra da var olan ve hatta şuan bile uygulamada olan mevzuat hükümlerine dayandırılmıştır.

Sonuç olarak, mevcut davada şikayet konusu yapılan tedbirlerin, durumun gereklilikleri açısından zaruri olduğu söylenemez. Mahkeme, başvurucunun suç işlediğine dair makul şüphe var olmadığı gerekçesiyle Sözleşme’nin 5/1 – c maddesinin ihlal edildiğine kanaat getirmiştir.

Yukarıda yapılan tespitler doğrultusunda Mahkeme, başvurucunun tutukluluk halinin Sözleşme’nin 5/1 – c ve 5/3 maddeleri uyarınca “ilgili ve yeterli” gerekçelere dayandırılıp dayandırılmadığını ayrıca incelemeye gerek görmemiştir. (Ilgar Mammadov, § 102)

Anayasa Mahkemesi’nin kısa sürede yargısal denetim yapmaması nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin 4. fıkrasının ihlal edildiği iddiası

Başvurucu, tutukluluğunun hukukiliğine yönelik Anayasa Mahkemesi önünde yürütülen yargılamanın ‘‘kısa sürede’’ yargılama gerekliliğine aykırı olduğunu iddia etmiştir.

Sözleşme’nin 5. maddesinin 4. fıkrası aşağıdaki gibidir:

‘‘Yakalama veya tutulma yoluyla özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, tutulma işleminin yasaya uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar verilmesi ve, eğer tutulma yasaya aykırı ise, serbest bırakılması için bir mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. ’’

Hükümet, başvurucunun iddiasına itiraz etmiştir.

Hükümet, Türk hukukunun tutuklanan kişiler için özgürlükten yoksun bırakılmalarına etkili olarak itiraz edebilecekleri yeterli hukuki güvenceler içerdiğini ileri sürmüştür. Hükümet, tutukluların, soruşturmanın ve yargılamanın her aşamasında serbest bırakılmalarını talep edebileceklerini ve bu taleplerinin reddedildiği kararlara itiraz edilebildiğini belirtmiştir. Bir tutuklunun tutukluluk halinin devamı, otuz günü aşmamak suretiyle düzenli olarak re’sen incelenmektedir.

Hükümet ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin iş yüküne ilişkin istatistiklere dayanarak, Anayasa Mahkemesi’ne 2012 yılında 1.342 başvuru yapıldığını, bu sayının 2013 yılında 9.897’ye yükseldiğini ve 2014 ve 2015 yıllarında sırasıyla 20.578 ve 20.376 başvuru yapıldığını belirtmiştir. 15 Temmuz 2016 tarihli askeri darbe girişiminden bu yana Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuruların sayısında ciddi bir artış olmuş, 15 Temmuz 2016 – 9 Ekim 2017 tarihleri arasında Anayasa Mahkemesi’ne toplamda 103.496 başvuru yapılmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin ‘hızlı bir şekilde karar verme yükümlülüğü’ aykırı davranıp davranmadığı sonucuna varırken, Anayasa Mahkemesi’nin önündeki bu istisnai iş yükü ve 21 Temmuz 2016 tarihli derogasyon bildirimi akılda tutulmalıdır.

Söz konusu başvuruda Hükümet, başvurucunun Anayasa Mahkemesi’ne 29 Aralık 2017 tarihinde başvurmasının ardından yalnızca altı ay 8 Haziran 2018 tarihinde Mahkeme’ye başvuru yaptığının altını çizmiştir. Mehmet Hasan Altan ve Şahin Alpay kararlarına atıf yapan Hükümet, Mahkeme’nin bu davalarda yaptığı değerlendirmelerin başvurucunun davasında da geçerli olduğunu tekrarlamıştır.

Anayasa Mahkemesi, ceza mahkemeleri gibi bir başvurucunun tutukluluğunun hukuka uygunluğunu incelemektedir. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi incelemesi sırasında “dördüncü derece” mahkemesi gibi davranmamakta, yalnızca tutuklama kararının Anayasa’ya uygun olup olmadığına karar vermektedir. (bakınız Şahin Alpay, § 135, ve Ilnseher, §§ 270‑271)

Mahkeme, Türk hukuk sisteminde, tutuklanan kişilerin yargılamanın her aşamasında serbest bırakılmalarını talep edebileceklerini ve taleplerinin reddedilmesi durumunda, bu karara karşı itirazda bulunabileceklerini tespit etmektedir. Başvurucular, başvuruları Anayasa Mahkemesi önünde bekliyorken dahi yerel mahkemelerden tutukluluklarının hukukiliğini incelemelerini talep edebilir. Mahkeme, böyle bir sistemde, Anayasa Mahkemesi önünde yapılan denetimin daha uzun sürmesini hoş görebileceğini belirtmektedir. (Alpay, § 137, ve Mehmet Hasan Altan, § 165) Ancak bu ihtimal Anayasa Mahkemesi’ni Sözleşme’nin 5/4 maddesi altında başvurucunun başvurusunu hızlı bir şekilde inceleme yükümlülüğünden muaf tutmamaktadır.

Söz konusu başvuruda Mahkeme, başvurucunun 29 Aralık 2017 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunduğunu, Anayasa Mahkemesi’nin 22 Mayıs 2019 tarihinde başvuruyu incelediğini ve 23 Mayıs 2019 tarihinde karar vererek, kararı 28 Haziran 2019 tarihinde yayımladığını kaydetmiştir.

Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapıldığı tarih ile kararın internet sitesinde yayımlanması arasında geçen süre, -olağanüstü halin kaldırılmasından sonraki on ay beş günlük süreyi de içermektedir- bir yıl, dört ay ve yirmi dört gündür. Burada son kararın yayımlandığı tarih de dikkate alınmalıdır ki bu durumda aradan geçen süre bir yıl, beş ay ve yirmi dokuz gündür.

Hükümet’in Anayasa Mahkemesi’nin olağanüstü hal sebebiyle artan iş yüküne yönelik itirazına karşı Mahkeme, olağanüstü koşullarla mücadelede devletlerin gerekli önlemleri alması gerektiğini söyleyerek, iş yükü gerekçesinin yetmeyeceğini belirtmiştir. Mahkeme, darbe girişimi sonrası Anayasa Mahkemesi önüne giden başvurulardaki hukuki sorunların karmaşıklığını ve çeşitliliğini ve başvuruların sayısının çokluğunu kabul etmekte ve bu sorunlara kapsamlı bir inceleme yapabilmenin belirli bir zaman almasını normal görmektedir. (bakınız Akgün v. Türkiye (kabul edilemezlik kararı), no. 19699/18, §§ 35-44, 2 Nisan 2019)

Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin 2018 yılında 35,395 bireysel başvuru dosyasında karar verdiğini, bunun önüne giden yeni başvuruların sayısının çokluğuna karşın bekleyen başvuruları kontrol altına almayı mümkün kıldığını not etmiştir. Yine de Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin aşırı iş yükünün aşırı uzayan prosedüre karşı mazeret olarak kullanılamayacağı görüşündedir. Sözleşme’nin 5/4 maddesi ile uyumlu bir yargı sistemi oluşturmak, taraf devletlerin sorumluluğundadır. (bakınız G.B. v. İsviçre, no. 27426/95, § 38, 30 Kasım 2000)

Bu bağlamda Mahkeme, daha önce, her ne kadar 5/4 maddesinin ihlal edildiğine karar vermemişse de, bir yıl on altı günlük sürenin ‘hızlı’ olarak kabul edilemeyeceğine karar vermiştir. (bakınız Akgün, § 38) Anayasa Mahkemesi’nin olağanüstü halin ilanından sonra artan iş yükü, istisnai koşullar ve darbe girişiminden sonra özgürlük ve güvenlik hakkı ile ifade özgürlüğüne ilişkin giden başvuruların karmaşık ve yeni konular içeren yapısı nedeniyle Mahkeme daha önce bu konuda ihlal bulmamıştır. (Mehmet Hasan Altan, § 165)

Ancak söz konusu davada, böyle bir durum yoktur. Başvurucu ya da avukatları Anayasa Mahkemesi’nin yargısal denetimini geciktirmeye/uzatmaya yönelik bir katkısı olmamıştır. Buna ek olarak, başvurucunun 29 Aralık 2017 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının ardından Anayasa Mahkemesi, başvurucunun başvurusunun öncelikli olarak görüşülmesi yönündeki talebine rağmen, Adalet Bakanlığı’ndan görüş istendiği 5 Kasım 2018 tarihine kadar –yaklaşık on ay- hareketsiz kalmıştır.

Mahkeme, her ne kadar Şahin Alpay başvurusunda bir yıl, iki ay üç günü, Mehmet Hasan Altan başvurusunda bir yıl dört ay üç günü ve Akgün başvurusunda bir yıl on altı günü Sözleşme’nin 5/4 maddesinin ihlali olarak görmese de, bu sonucun Sözleşme’nin 5/4 maddesi açısından sunulan benzer şikayetler bakımından Anayasa Mahkemesi’ne ‘açık çek’ vermediği de hatırlatılmıştır.

Mahkeme ayrıca, bir kişinin özgürlüğü söz konusu olduğunda devletlerin tutukluluğun hukukiliğini hızlı bir şekilde inceleme yükümlülüğünün daha katı standartlara sahip olduğunu vurgulamıştır. Bu, bir yıl yedi ay boyunca hakim karşısına çıkartılmadan tutuklu kalan ve serbest bırakılması yönündeki bütün talepleri aynı matbu gerekçelerle reddedilen başvurucunun dosyasında özellikle önem kazanmaktadır. Ayrıca dava dosyasındaki bilgilerden, iddianamenin hazırlandığı 20 Ekim 2017 tarihine kadar soruşturma dosyasına erişimde kısıtlama olduğu anlaşılmaktadır.

Buna ek olarak, Mahkeme, olağanüstü halin 18 Temmuz 2018 tarihinde kaldırıldığını ve Anayasa Mahkemesi’nin aradan on bir ay geçtikten sonra başvurucunun dosyasında karar verdiğini de kaydetmiştir.

Bu nedenle Mahkeme, söz konusu sürenin oldukça uzun olduğuna, Sözleşme’nin 5/4 maddesi uyarınca ‘hızlı’ olarak kabul edilemeyeceğine ve Sözleşme’nin 5/4 maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

Sözleşme’nin 18. maddesinin ihlal edildiği iddiası

Başvurucu, insan hakları savunucusu olarak yürüttüğü insan hakları faaliyetleri sebebiyle özellikle hedef haline getirildiğini ve tutuklanmasının ardında yatan amacın sivil toplum aktivisti ve insan hakları savunucusu olarak kendisini susturmak ve Türkiye’deki sivil toplum hareketini felç ederek insanların bu aktivitelere katılmasını engellemek olduğunu iddia etmiştir.

Sözleşme’nin 18. maddesi aşağıdaki gibidir:

“Sözü edilen hak ve özgürlüklere bu Sözleşme’yle getirilen sınırlamalar öngörüldükleri amaçlar dışında kullanılamaz.”

Mahkeme ilk olarak, 18. maddenin yorumlanması ve uygulanmasına ilişkin genel ilkeleri, özel olarak Merabishvili v. Gürcistan ([BD], no. 72508/13, 28 Kasım 2017) ve Navalnyy v. Rusya ([BD], no. 29580/12, 15 Kasım 2018) içtihadından yararlanarak ortaya koyduğunu belirtmiştir.

Mahkeme, söz konusu şikâyetin, üçüncü müdahil taraflarca da ağır şekilde eleştirildiği üzere, bir insan hakları savunucusu olan başvurucuya uygulanan tedbirlere ilişkin olduğunu tespit etmektedir. Bununla birlikte Mahkeme, Merabishvili kararında da belirttiği üzere, politik süreçlerin ve hukuki süreçlerin temel olarak farkına işaret ederek kararını “hukuki anlamda ortaya konan delillere” ve davaya konu olay ve olgulara dayandıracağını belirtmiştir

Mahkeme, başvurucuya karşı alınan tedbirlerin, başvurucuya isnat edilen hareketlerin objektif bir değerlendirmesine dayalı olarak oluşacak makul bir şüphe ile haklı hale getirilmediğini, ayrıca söz konusu tedbirlerin makul olarak yerel hukukta cezai hale getirilecek eylemler üzerine alınmadığını, söz konusu eylemlerin büyük oranda, Sözleşme’de korunan hakların kullanımı olarak değerlendirileceği şeklindeki tespitlerini tekrarlamaktadır.

Mahkeme, başvurucuya uygulanan tedbir ile güdülen görünürdeki amacın Gezi eylemleri ve darbe girişimi ile ilgili soruşturma yapmak ve başvurucunun sahiden isnat edilen suçları işleyip işlemediğini belirlemek olduğunu gözlemlemektedir. Her iki toplumsal olayın da ortaya çıkardığı ciddi karmaşa ve yaşanan büyük ölçekli can kaybı, söz konusu olaylarla ilgili soruşturma yapılmasını tamamıyla meşru kılmaktadır. Ek olarak, darbe girişiminin ülke çapında olağanüstü hal ilan edilmesine sebep olduğu göz ardı edilmemelidir.

Bununla birlikte, soruşturma yetkililerinin başlangıçta temel olarak Gezi Parkı eylemleri sürecinde oluşan kamu düzensizliğine başvurucunun farz edilen dahiliyeti ile ilgili oldukları görülmektedir. Polislerin ifadesini alması sırasında başvurucuya, ilk bakışta anlaşılabilir şekilde, olaylarla herhangi bir bağlantısı bulunmayan birçok soru sorulmuştur. Aynı ölçüde, sorulan kimi sorular; başvurucunun yabancı devlet temsilcileriyle görüşmeleri, kendisinin akademisyenler, gazeteciler, STK temsilcileri ile yaptığı telefon görüşmeleri ve AB Türkiye Yurttaş Komisyonu delegasyonuna yaptığı ziyaretler ile ilgilidir. Hükümet söz konusu delillerin, işbu davada söz konusu şüphenin “makullüğü” ile nasıl alakalı olduğuna ilişkin herhangi bir yorumda bulunmamıştır.

Mahkeme ayrıca, yukarıda değinilen eksikliklerin giderilmesinde iddianamenin herhangi bir faydası olmadığını tespit etmektedir. 657 sayfalık iddianame, davaya konu olayların veciz bir anlatımını barındırmamaktadır. İddianamede ayrıca başvurucunun Gezi eylemleri sebebiyle cezai sorumluluğuna gidilmesine sebep olgular ya da hareketler açıkça belirtilmiş değildir. Dava dosyasında, savcılık makamlarının Gezi eylemleri sırasında yaşanan olaylar ile ilgili başvurucudan iyi niyetle şüphelenilmesine dayanak oluşturacak objektif herhangi bir bilgiye haiz olduklarını gösteren bir belge bulunmamaktadır. Özel olarak belirtilmelidir ki, savcılık belgeleri tamamıyla hukuka uygun ve Sözleşme haklarının kullanımı ile ilişkili birçok eyleme atıfta bulunmuş, söz konusu eylemler Avrupa Konseyi organları ya da uluslararası kurumlar ile işbirliği içinde yürütülmüştür. Bu belgeler ayrıca, Türkiye’ye gaz fişeği satışının yasaklanması ya da bireysel başvuruların desteklenmesi kampanyalarının düzenlenmesi gibi, bir insan hakları savunucusu ve STK liderinin olağan ve meşru faaliyetlerine değinmektedir.

Ek olarak, başvurucu suç isnatlarının temelini oluşturan olaylar olan Gezi eylemlerinden dört yıl, darbe girişiminden ise bir yıldan fazla zaman geçtikten sonra tutuklanmıştır. Mahkeme Sözleşme’nin 18. maddesi kapsamında yaptığı değerlendirmede, başvurucunun tutukluluğuna temel teşkil eden olaylar ile, mahkemelerin başvurucunun tutuklanmasına karar vermesi arasında uzun yıllar bulunmasının elzem bir husus olduğu kanaatindedir. Araya giren bu zaman boşluğu için Hükümet ikna edici bir açıklamada bulunamamıştır.

Mahkeme ayrıca, Cumhurbaşkanı’nın 21 Kasım ve 3 Aralık 2018’de yaptığı ve başvurucunun isminin açıkça geçtiği iki konuşma sonrasında (“Gezi olaylarında teröristlerin finans kaynağı olan bir kişi şu anda içeride. O’nun arkasında meşhur Macar Yahudisi Soros var. Bu adam dünyada milletleri bölmekle adeta birilerini görevlendiren parası bol birisi. Babadan zengin bu adam Türkiye’yi parçalayıp bölen terör eylemlerine karşı her türlü desteği veren kişi” ve “Gezi’nin arkasında kimler olduğunu açıkladım. Dış ayağı Soros iç ayağı Kavala’dır dedim. Kavala’ya para gönderenler belli”) başvurucuya söz konusu suç isnatlarının yapılmasının önemli olduğunu düşünmektedir.

Mahkeme’nin görüşüne göre, bu iki konuşma sırasında başvurucunun açıkça suçlanması olgusu ile, söz konusu konuşmalardan üç ay sonra düzenlenen iddianamede geçen suç isnatlarının lafzı arasında açık bir bağlantı bulunmaktadır. Ele alınan bu hususlar, başvurucunun ilk kez tutuklanması ile devamındaki tutukluluğunun gizli bir amaç taşıdığı, söz konusu amacın başvurucuyu, bir insan hakları savunucusu olarak susturmak olduğu temelindeki başvurucu iddialarını teyit etmektedir.

Ayrıca, savcılık makamı tarafından iddianamede STK faaliyetlerine ve STK’lerin hukuki yollardan finanse edilişine yer verilmesi, ancak bu hususların başvurucuya yüklenen suç isnatlarıyla nasıl bir ilgisinin olduğunun belirtilmemesi söz konusu iddiayı desteklemektedir. Mahkeme ayrıca, İnsan Hakları Komiserliği ile müdahil üçüncü tarafların kaygıyla ifade ettiği üzere, başvurucunun tutukluluğunun Türkiye’de insan hakları savunucularının bastırılmasına yönelik geniş çaplı bir kampanyanın parçası olduğuna ilişkin görüşleri de dikkate almıştır.

Sonuç olarak, Mahkeme işbu davada şikâyete konu olan tedbirlerin makul şüphenin ötesinde gizli bir amaç taşıdığını, bu durumun 18. maddeye aykırılık teşkil ettiğini, söz konusu gizli amacın başvurucunun sesini kısmak olduğunu tespit etmiştir. Mahkeme ek olarak, başvurucuya uygulanan tedbirlerin ülkedeki insan hakları savunucularının faaliyetleri üzerinde caydırıcı etki yaratabileceği kanaatindedir. Başvurucunun özgürlüğü üzerinde yapılan kısıtlama, Sözleşme’nin 5/1-c maddesinde öngörülen, başvurucunun bir suç işlediği yönündeki makul şüphe temelinde kendisini yetkili adli merci önüne çıkarma amacından başka amaçlar taşımaktadır.

Açıklanan sebepler ışığında, Sözleşme’nin 18. maddesi Sözleşme’nin 5/1 – c maddesiyle bağlantılı olarak ihlal edilmiştir.

Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. ve 4. fıkralarının ihlal edildiğine dair diğer iddialar

Başvurucu, Sözleşme’nin 5/3 ve 5/4 maddelerine dayanarak tutukluluğun makul süreyi aştığını ve soruşturma dosyasına erişimin olmadığını, itirazlarının duruşma yapılmadan incelendiğini iddia etmiştir. Başvurucu, bu durumun tutuklama ve tutukluluk halinin devamı kararlarına etkili bir şekilde itirazda bulunmasını engellediğini düşünmektedir.

Mahkeme, daha önce 5/1 ihlali iddiasına ilişkin bölümde başvurucunun Sözleşme’nin 5/1 maddesine aykırı bir şekilde özgürlüğünden mahrum bırakıldığına dair vardığı sonuca dayanarak, bu sonucun başvurucunun bütün tutukluluk sürecini kapsadığını, bu sebeple daha önceki içtihadında da olduğu gibi (Holomiov v. Moldova, no. 30649/05, § 131, 7 Kasım 2006; Zervudacki v. Fransa, no. 73947/01, §§ 60-61, 27 Temmuz 2006; ve Lütfiye Zengin ve Diğerleri v. Türkiye, no. 36443/06, § 92, 14 Nisan 2015) aynı döneme ilişkin uzun tutuklulukla ilgili şikayetin ayrıca incelenmesine gerek görmemiştir.

Sözleşme’nin 5/4 maddesinin ihlal edildiği yönündeki şikayetler bakımından ise Mahkeme, başvurucunun bununla ilgili şikayetlerinin Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu başvuruyu hızlı bir şekilde incelememesi nedeniyle yaptığı incelemede dikkate aldığını belirtmiştir.

Bu değerlendirmeler ışığında Mahkeme, Sözleşme’nin 5/3 ve 5/4 maddelerine dayanılarak ileri sürülen diğer ihlal iddialarının kabul edilebilirlik veya esas yönünden ayrıca incelenmesine gerek görmemiştir.

Sözleşme’nin 41. ve 46. maddelerinin uygulanması

Sözleşme’nin 41. maddesi gereğince,

“Eğer Mahkeme bu Sözleşme ve Protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlalin sonuçlarını ancak kısmen ortadan kaldırabiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, zarar gören taraf lehine adil bir tazmin verilmesine hükmeder.”

Mahkeme, başvurucunun başvuru formunda manevi tazminat ödenmesi ve mümkün olan en yakın zamanda serbest bırakılması talebinde bulunduğunu belirtmiştir.

Başvurucunun yasal temsilcisi, Hükümet savunmalarına cevap aşamasında adil tazmin taleplerini Mahkeme’ye sunmamıştır. Önceki aşamalarda başvuru formunda böyle bir talepte bulunulması, İç Tüzük’ün 60. maddesi uyarınca yeterli bir talep değildir. Bu nedenle Mahkeme, başvurucuya herhangi bir tazminat ödenmesine karar vermemiştir.

Bir kararın icra yöntemlerine ilişkin bu takdir yetkisi, Sözleşmeci Devletlere, Sözleşme ile öncelikle zorunlu koşulan güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı gösterilmesi yükümlülüğü ile uyumlu olan seçme özgürlüğü olarak değerlendirilmektedir. (daha önce atıf yapılan Şahin Alpay v. Türkiye, § 173)

Şayet bu, tespit edilen ihlalin kendi niteliğinin, gerçekten ihlali telafi edebilecek farklı tedbir çeşitleri arasında gerçekten bir seçenek sunmaya imkân vermemesi durumunda, Mahkeme sadece tek bir bireysel tedbire karar verebilmektedir. (Assanidze, §§ 202-203), Ilaşcu ve Diğerleri v. Moldova ve Rusya ([BD], no. 48787/99, § 490, Aleksanyan v. Rusya (no. 46468/06, §§ 239-240, 22 Aralık 2008), Fatullayev v. Azerbaycan (no. 40984/07, §§ 176-177, 22 Nisan 2010), Del Río Prada v. İspanya ([BD], no. 42750/09, §§ 138-139,) ve Şahin Alpay, § 195.)

Mahkeme, bu içtihatlar ışığında, somut olayda başvurucunun tutukluluk halinin devam ettirilmesinin, Sözleşme’nin 5/1 maddesinin ve 5/1 maddesiyle bağlantılı olarak 18. maddesinin ihlalinin uzamasına ve ayrıca, davalı Devletler için Sözleşme’nin 46. maddesinden doğan Mahkeme kararına uyma yükümlülüklerinin yerine getirilmemesine sebep olacağına karar vermiştir.

Bu koşullar altında Mahkeme, söz konusu davanın koşulları, ihlal tespitinin dayandırıldığı gerekçeler ve Mahkeme’nin tespit ettiği ihlallere acil olarak son verilmesi gerektiğini belirterek, davalı Devlet’in en kısa süre içerisinde başvurucunun tutukluluğunun sona erdirilmesini ve başvurucunun derhal tahliye edilmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ilaşcu ve Diğerleri, § 490; ayrıca bakınız Fatullayev, § 177).

Onaylayıcı Ayrık Görüşler ve Muhalefet Şerhleri

Karara hakim Marko Bošnjak onaylayıcı ayrık görüş yazarken, Türkiye hakim Saadet Yüksel 5/1-c ihlaline onaylayıcı ayrık görüş, 18. madde ihlaline ise muhalefet şerhi yazmıştır.

Hakim Yüksel’in görüşleri özetle:

“Sözleşme’nin 5/1 maddesi altında verilen ihlal kararına katılmakla birlikte, kararın gerekçesine katılmıyorum.

Mahkeme içtihadında neyin ‘makul’ kabul edileceği tanımlanmamıştır, ilgili her koşul dikkate alınarak devletler tarafından belirlenecektir.

Bu davada, kararda da belirtildiği üzere, “Mahkeme yetkililerin bu eylemler sırasında meydana gelen çok sayıda ölüm ve yaralanmayla ve kamu düzeninin bozulmasıyla ilgili endişelerini dikkate almak zorundadır.” Başvurucu, kararda da belirtildiği gibi, kademeli olarak şiddet içeren bir gösteriye dönüşen Gezi olaylarının azmettiricisi ve lideri olmakla suçlanmaktadır. Başvurucu bu nedenle Ceza Kanunu’nun 309 ve 312. maddelerinde düzenlenen iki suçtan tutuklanmıştır.

İddianame, başvurucunun tutuklanmasıyla ilgili kararlar ve Anayasa Mahkemesi kararları başvurucunun 5/1’le ilgili şikayetlerine ilişkin üç grup belge olabilecekken, çoğunluk, özellikle ve ağırlıklı olarak iddianameye dayanmıştır. Bu yaklaşıma katılmıyorum. Benim görüşüme göre, çoğunluk değerlendirmesinde başvurucunun tutuklanmasına yönelik kararlara dayanmalıydı.

Başvurucunun tutuklanmasına ve tutukluluk halinin devamına yönelik kararlarda yerel mahkemeler yeterli gerekçe sunamamıştır. Buna ek olarak, matbu ve basmakalıp gerekçeler kullanarak başvurucunun tutukluluk halinin devam ettirilmesini meşru kılacak yeterli gerekçe sunamamışlardır.

Sözleşme’nin 5/4 maddesiyle ilgili olarak, Anayasa Mahkemesi’nin olağanüstü halin kaldırılmasından sonra geçen sürenin uzunluğuna ağırlık verilmiştir. Mahkeme’nin Mehmet Altan, Şahin Alpay ve Akgün kararlarında geliştirdiği yaklaşım dikkate alındığında, Mahkeme’nin başvurucunun davası 15 Temmuz darbesinden sonra alınan tedbirlerle ilgili olsaydı aynı sonuca ulaşıp ulaşmayacağı konusunda şüphelerim var.

Sözleşme’nin 5/1 maddesiyle bağlantılı olarak 18. madde şikayetiyle ilgili, bu maddenin ihlal edildiğine dair çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İspat külfeti uyarınca, bu maddenin ihlal edildiğine dair yeterli temel bulunmadığını düşünüyorum.

İlk olarak, insan hakları savunucularının, Avrupa Konseyi ile işbirlikleri de dahil olmak üzere, taraf devletlerde insan haklarının korunmasına ve geliştirmelerine yönelik katkılarına özel bir önem atfediyorum. Fakat, benim görüşüme göre, Mahkeme’nin bir aktivistin tutukluluğunu incelediği ilk dava olan bu dava, Türkiye’de insan hakları aktivizmiyle bir dava olarak sunulamaz. Başvurucunun tutukluluğunun bir insan hakları savunucusu ve STK aktivisti olarak onu susturmaya yönelik başka bir amaç taşıdığına dair çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

İkinci olarak, başvurucunun tutukluluğu ile insan haklarını geliştiren ve koruyan insan hakları savunucularının özel rolü arasında bir bağlantı olduğundan şüpheliyim. Başvurucu, Gezi Parkı olaylarında önemli rol oynamış bir akvitist. Sivil itaatsizlikle başlayan ve sonra fiziki alan tesis etmek, finansal destek sunmak ve uluslararası bağlantılar yoluyla tüm ülkeye yayılan bu eylemleri geliştirmekle suçlanmaktadır.

‘Aktivist’ statüsüne sahip olmak, dokunulmazlık bahşetmemektedir. Başvurucunun soruşturma geçirmesi ya da tutuklanması, buradaki amacın otomatik olarak siyasi tartışma ortamını sınırlandırma olduğu anlamına gelmemektedir. Bu ciddi iddiayı destekleyecek yeterli deliller sunulmalıdır.

Üçüncü olarak, başvurucu, Türkiye’de insan hakları savunucularına karşı tutuklanma tedbirinin sivil toplum ve insan hakları savunucuları üzerindeki baskıları arttırmak için sistematik olarak kullanıldığına dair somut deliller sunamamıştır. Başvurucuyla aynı davada yargılanan 16 kişinin bazıları serbesttir. Bu nedenle başvurucunun durumu tek başına değerlendirilmelidir.

Dördüncü olarak, her ne kadar yerel mahkemelerin gerekçelerinin yetersiz olduğunu düşünsem de, bu, başvurucunun tutuklanmasının ve tutukluluğunun devam ettirilmesinin meşru bir amaç taşımadığı anlamına gelmez.

Bu nedenle, başvurucu, Türkiye’deki yargı mekanizmasının kendisine karşı cezai soruşturma başlatırken siyasi bir amaç taşıdığı iddialarını destekleyen yeterli deliller sunmamıştır.

[1] Sözleşme’nin 43. ve 44. maddeleri kapsamında Daire kararları kesin değildir. Bir Daire kararının verildiği tarihten itibaren üç ay içinde, dava taraflarından her biri davanın Büyük Daire’ye gönderilmesi talebinde bulunabilir. Bu talepte bulunulması halinde beş hâkimden oluşan bir panel, davanın ek incelemeye ihtiyacı olup olmadığını değerlendirmektedir. Panelin ek incelemeye gerek olduğu yönünde karar vermesi durumunda Büyük Daire davayı görür ve kesin karara hükmeder. Büyük Daire’ye gönderme talebinin reddedilmesi halinde, Daire kararı ret tarihi itibariyle kesinleşir.

Bir kararın kesinleşmesi durumunda, kararın yerine getirilmesinin denetimi için karar Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine gönderilir. Kararın yerine getirilmesi sürecine ilişkin ayrıntılı bilgiye bağlantıdan erişilebilir: www.coe.int/t/dghl/monitoring/execution

Yorum bırakın